YAZARLAR

15 Temmuz'un ardından: Otoriter yönetime farklı bir çerçeveden bakmak

2016’nın Ağustos’una geldiğimizde ülkede bir koalisyon şekilleniyordu ama hukuken bir koalisyon yoktu; bir darbe sonrası dönemin OHAL’i yaşanıyordu ama hukuken bir darbe yoktu. Magma, zemini şekillendiriyordu ve Dördüncü Merkez Sağ İktidarı’nı sona erdirip Dördüncü Koalisyonlar Dönemi’ni ve Beşinci Askeri İdare Dönemi’nin şartlarını zorluyordu. Ama zemindeki gelişmeler (Gezi, Çözüm Süreci, Suriye ve Gülen Girişimi) de yeni dönemin kendi özgül koşullarında şekillenmesini gerektiriyordu.

Melez, yarı, sözde, eksik, göstermelik... demokrasi ve rekabetçi otoriteryenizm kavramları etrafında düşünmeye devam etmek istiyorum izninizle. Geçtiğimiz hafta ben bu çerçevede reistokrasi kavramını kullanmıştım ve reistokrasiyi, yukarıdaki kavramların dışında onlara alternatif olarak değil -ancak- onları şerh eden, onları bir anlamda Türkiye siyasetine tercüme eden bir kavram olarak ele almıştım. Yukarıdaki kavramlar mevcut otoriterliğin şeklini tartışmaya açıyordu; ben bu noktaya nasıl geldiğimizi analiz etmeye ve onu Türkiye siyaseti içinde bir yerlere koymaya çalışıyor, rekabetçi otoriterlik kavramını Türkçede (Türkiye siyaseti içinde) ifade etmeye çalışıyordum. İddiam, otoriterleşmenin menbaının Erdoğan’ın iktidar olmanın dışında bir siyasî yaşamı tahayyül edememesi, bu alternatifi tümüyle elinin tersiyle itmesi ile ilgili olduğu yönündeydi.  Nitekim amacım otoriterleşmenin (rekabetçi ya da değil) ya da demokrasimizin (sözde, yarı, melez vb.) şekli, biçimi ile ilgili değil, membaı ve fonksiyonu ile ilgili bir tartışmaya dikkat çekmekti. Bu çerçevede, “…otoriter bir yönetim kurarak onun kumandasını eline alan bir Erdoğan’dan çok, bir şekilde eline geçirdiği kumandayı elinden bırakmamak için günlük hamleler yapan bir Erdoğan olduğunu; onun otoriterliğinin bir tek adam otoriterliği değil, iktidarda kalmak için etrafından ve toplumdan koptukça yalnız(laşan) adam otoriterliği olduğunu” düşündüğümü, “Erdoğan’ın iktidarını çevreleyen, onu kurumsallaştıran meşrulaştıran onun temellerine yerleşen bir otoriterlikten ziyade, onu iktidara zamklayan ve demokratik değişim imkanını zora sokan bir otoriterliğinin olduğunu” düşündüğümü yazmıştım.

Tartışmaya, magma esprisi içinde -bu otoriterliğin temeline yatan dinamikleri CBHS tartışmalarının sismolojisi (Türkiye siyasetinin helezonları) içinde- izah etmeye çalışarak girişmiştim. Geçtiğimiz hafta ise bu magma  tarafından şekillendirilen  zemini Gezi, Çözüm Süreci, Suriye ve Gülen hareketi etrafında açıklamaya yönelmiştim.  Hem sözü uzatmamak hem de 15 Temmuz’un sene-i devriyesine denk getirebilmek amacıyla İslamcı darbe ve Gülenciler mevzuunu bu haftaya sarkıtmıştık. Kaldığımız yerden devam etmek isterim:

İSLÂMCI DARBE GİRİŞİMİ: GÜLENCİLER

Tarihler 16 Nisan 2017’ye, o gün yapılacak olan anayasa değişikliği referandumuna doğru gelirken üç -ama aslında iki- önemli eşiği böylece özetlemiş oldum.

2012’den bu yana adım adım kuvveden fiile geçmeye başlayan Barış Süreci’nin somut adımları atılmış, 21 Mart Newroz’unda Öcalan’ın açıklamaları ile artık yepyeni bir sürece girilmiştir. Ama 2012’de, daha net bir tarih vermek gerekirse 16 Aralık 2012’deki Fidan-Öcalan görüşmesi ile kuvveden fiile akmaya başlayan Barış Süreci, Muaviye Sayasna ve arkadaşlarının Suriye’deki okul duvarına yazdıkları üzerine yaşananları protesto eden siyasal hareket ve bu siyasal harekete Beşar Esad’ın 15 Mart 2011’de verdiği cevapla kesişir. Kumru Başar’ın BBC’de yer verdiği gözlemleri bu noktada önemlidir, daha önce de alıntı yapmıştım, şöyle diyor Başar: “Mesaj da aslında bekledikleri gibiydi. Ama bu 21 Mart'ın mesajları, katılımı ve ruhu bakımından öncekilerden farklı kılan şey Kobani'ydi.”

İşte Gülen’in İslâmcı darbesi bu noktada (15 Temmuz 2016) gündeme gelir: Suriye ile kesişen Barış Süreci’ne tepkiler şekillenirken siyaset, Gezi’ye doğru akmaktadır.

8 Ocak 2013’te Paris’teki PKK ofisindeki saldırıda Sakine Cansız, Fidan Doğan ve Leyla Söylemez öldürülür.

9 Haziran 2014’te Diyarbakır 2. Hava Kuvvet Komutanlığı’nın bahçesindeki Türk bayrağı bir PKK’li tarafından indirilir.

Bu olayın ardından da bir süre gerginlik yaşanmamasına karşılık 19 Ağustos 2014’te Lice’ye PKK'li Mahsum Korkmaz'ın heykeli dikilir. Mahkeme yıkım kararı verir. Olaylar çıkar, 1 kişi ölür.

6-7-8 Ekim 2014’te yaşanan Kobani protestolarında 52 kişi hayatını kaybeder.

20 Temmuz 2015’te Suruç’ta, Kobani’ye gitmek için toplanan Sosyalist Gençlik Derneği Federasyonu (SGDF) üyesi gençlerin açıklama yaptığı sırada bir IŞİD’li canlı bomba kendini patlatır; 32 kişi hayatını kaybeder.

İşte 15 Temmuz darbe girişimi bu sürecin üzerine oturacaktır.

Darbe girişimine giden yolun taşları da 2012’den sonra döşenmeye başlar aslında.

7 ŞUBAT 2012 MİT KRİZİ ve 17-25 ARALIK SÜRECİ 

31 Ocak 2012 tarihinde bazı MİT yetkililerinin kullandıkları telefon hatları tespit edilir ve 3 ay süreyle dinlenilmesi kararı alınır. 3 Şubat 2012’de DTP Diyarbakır il binasında ele geçirilen hard disk, Bilişim Suçları ve Sistemleri Şube Müdürlüğüne imaj alınması maksadıyla gönderilir. 4-5 Şubat 2012 tarihinde İstanbul Emniyet Müdürlüğü, hard diskte yer alan ses kayıtlarının çözümünü yaptırır. 7 Şubat’ta Cumhuriyet Savcısı Sadrettin Sarıkaya tarafından MİT Müsteşarı Hakan Fidan, eski Müsteşar Emre Taner ve eski Müsteşar Yardımcısı Afet Güneş ile istihbarat çalışanları Yaşar Hakan Yıldırım ve Hüseyin Emre Kuzuoğlu şüpheli sıfatıyla ifadeye çağrılır. Hakan Fidan olayı, bir nevi Gülen’in AKP siyaseti üzerindeki gücünü dosta düşmana göstereceği bir ibret gibi kurgulanır.

7 Şubat 2012 tarihli MİT kriziyle ilgili 2011 yılı sonbaharında, o dönem Başbakan olan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın bir dizi konsültasyon yaptırdığı ve ameliyat için gün alındığı belirtilerek bu durumu fırsat bilen Gülencilerin ilk etapta stratejik hedef olarak görülen MİT Müsteşarı Hakan Fidan için hazırlanan planı yürürlüğe koyduğu ifade edilir.

Tüm bu gelişmeler olurken Gülenciler 17-25 Aralık soruşturmalarına giden yolu açar. Eylül 2012 ve Şubat 2013'teki bir dizi ihbarla soruşturmalar başlar. 17 Aralık 2013 günü Cumhuriyet Savcısı Celal Kara'nın gözaltı talimatları ve ilgili mahkemelerin arama kararları ile tüm Türkiye operasyonlardan haberdar olur. İstanbul Emniyet Müdürlüğü Organize Suçlarla Mücadele ve Mali Şube Müdürlüğü ekipleri tarafından gerçekleştirilen soruşturmada aralarında iş adamları, bürokratlar, banka müdürü, çeşitli düzeyde kamu görevlileri ve 61. Türkiye Hükûmeti kabine üyesi dört bakan ile üç bakan çocuğunun olduğu kişiler hakkında "…rüşvet, görevi kötüye kullanma, ihaleye fesat karıştırma ve kaçakçılık" suçlarını işledikleri iddiası yer almıştır.

Hükûmet, 16 Ocak 2014 tarihli Hâkimler ve Savcılar Kurulu kararı ile soruşturmayı başlatan Cumhuriyet Savcısı Celal Kara'nın görev yerini değiştirirse de Gülenciler ve Hükûmet arasındaki kavga her zeminde devam etmektedir. 5 Ocak 2015'te TBMM’de yapılan oylamada eski bakanların Yüce Divana gönderilmemesine karar verilir.

Son olarak Reza Zarrab 19 Mart 2016'da Miami (ABD) kentinde banka dolandırıcılığı ve kara para aklamanın yanı sıra ABD'nin İran'a yönelik ambargosunu delmek suçlamaları ile gözaltına alınır ve ardından mahkeme tarafından 75 yıla kadar hapis istemiyle tutuklanır. Reza Zarrab’ın avukatı Benjamin Brafman aracılığıyla Manhattan Bölge Mahkemesine yaptığı 50 milyon dolarlık kefalet başvurusuna, New York Güney Bölge Başsavcısı Preet Bharara, 17 Aralık fezlekesini delil göstererek itiraz eder.

ESKİ YIKILIYOR AMA YENİ KURULAMIYOR 

Evet, biliyorum her şey birbirine girdi. Yukarıdaki paragraflarda peş peşe sıraladığım detayları, tarih, isim ve olayları bir bağlam içinde toparlayarak yaşanan siyasî olayları -CBHS ile tanıştırıldığımız Mühürsüz Referandum sürecindeki zemini- buraya yerleştirmeye çalışalım. Ayrıntıların tamamını bir yere koyacak olursak 2012’den sonra AKP iktidarı için zor bir döneme girildiği aşikârdır. Aslında bu, Türkiye siyasî hayatı için de bir kırılmadır. 1950 14 Mayıs’ından bu yana devam eden helezon, o tarihlerden bu yana Merkez Sağ Partileri, Askerî İdare Hükûmetleri- Koalisyon Partileri arasında salınıp giden Türkiye siyasî hayatı yepyeni bir rotaya doğru savrulur. “Savrulur” dedim çünkü mevcut helezon ne eskisi gibi devam eder ne de artık yepyeni bir döneme (CBHS) girdiğimizi kabul ederiz. Eski yıkılır ama yeni hâlâ -bugün de- kurulmaz, kurulamaz.

Başa alalım, Gezi Direnişi 2013 Haziran’ında başlar ve ağustos sonuna kadar devam eder. Bu tarih Barış Süreci’nin (16 Aralık 2012) taşlarının döşenmeye başladığı, Mart 2013’te fiilî ateşkesin tesis edildiği tarihten hemen sonrasıdır. Hemen sonrasıdır ama aynı zamanda Barış Süreci ile Suriye’de 15 Mart 2011’den sonra şekillenen iç savaşın yollarının PYD-YPG üzerinden kesiştiği bir dönemdir de. 2014 yılına gelindiğinde tüm bunların üzerine (nihai hesaplaşması 15 Temmuz 2016’da görülecek olan) İslamcı Gülen Hareketi darbesinin taşları döşenmeye başlanır. İşte 10 Haziran 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Selahattin Demirtaş’ın beklenenin çok ötesinde oy aldığı seçimler ve peşinden 7 Haziran 2015’te Hükûmetin fiilen yıkılışı tüm bu süreçlerin üzerine tuz biber eker.

Bir başka ifadeyle, Anayasa değişikliği ve CBHS garabeti, yani 16 Nisan 2017 Referandumu; Gezi (28 Mayıs-20 Ağustos 2013), Çözüm Süreci (2012 sonrası) ve Suriye İç Savaşı (15 Mart 2011) sonrasında Gülen Hareketi-AKP ilişkilerinin iyiden iyiye bir kan davasına dönüştüğü (ve nihai hesaplaşmanın 15 Temmuz 2016’da gerçekleşeceği) bir siyasî iklimde gerçekleştirilen 10 Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı Seçimleri ve peşinden gerçekleştirilen 7 Haziran-1 Kasım (2015) seçimlerinden sonra gündeme gelir. Gündeme gelmesi, ülkenin yönetim sistemi ile ilgili bir tartışma ile değil, yukarıda sıraladığım faktörlerin kesişiminde AKP’nin iktidarını devam ettirebilmesine yönelik bir hamle olarak gerçekleşir.

CBHS’nin zeminini, yani CBHS’yi gündeme taşıyacak olan (siyasî) yeryüzünü de daha önce tartışmaya çalışmıştım. Magma -bir anlamda, Türkiye siyasetinin helezonları- yeryüzünü şekillendiriyordu ve 2015’e gelindiğinde helezonlar, sarmallar, döngüler yeniden işlemeye başlıyordu. Bu süreç aynı zamanda Erdoğan’ı iktidara mahkûm eden bir reistokrasiyi de dayatıyordu. Ancak bu noktada siyasî helezonların siyasal zemin ile ilişkisinin, magmanın yeryüzü ile kurduğu ilişkiden çok daha dinamik mahiyette olduğunu akıldan çıkarmamak gerekiyor. Helezonların zemindeki olayları şekillendirdiğini söylemek, zeminde cereyan edenlerin hiçbir öznelliğinin olmadığı anlamına gelmez ama onların 2015’te yeniden harekete geçen helezonlar tarafından tetiklendiği gerçeğini de değiştirmez.

DÖRDÜNCÜ KOALİSYONLAR DÖNEMİ: FİİLİ ORTAKLIK 

Buraya kadar yazılanları ana hatlarıyla toparlamam gerekirse yaklaşık olarak 2013 yılı Haziranından Eylül başına kadar devam eden ve tüm yurda yayılan Gezi Direnişi, AKP iktidarının -sözün gelişi değil bizzat iktidarının- sorgulandığı bir toplumsal hareket oldu. Daha önce de vurguladığım gibi, Gezi’de patlamaya sebep olan biriken grizu olsa da patlamaya yol açan çakılan kibritti. Grizuyu biriktirenler, kibriti çakanları yendilerse de bu dert maden ocağını yönetenlerin zihninden hiç çıkmadı. Aynı tarihlerde Türkiye Çözüm Süreci’ni tartışmaya başlamıştı. 2013 Ocak ayının başlarında BDP mensuplarından oluşan bir heyet Abdullah Öcalan’la görüşmek üzere İmralı Adası’na gitmiş; Çözüm Süreci girişimi, Abdullah Öcalan’la bir istişare ekseninde koordine edilecek bir süreç olarak kurgulanmıştı. Çatışmanın bitirilmesi için üç aşamalı plan şu şekilde tasarlanıyordu: Birinci aşama, PKK unsurlarının Türkiye topraklarından tedrici çekilmesi; ikinci aşama, Hükûmet’in yapacağı demokratik reformlar, üçüncü aşama, silahsızlanmanın ardından PKK unsurlarının siyasî ve sivil hayata entegrasyonu.

Yukarıda da tartıştığım ve bir kez daha anacağımı söylediğim tarihsel süreci, siyasal hayatın helezonlarını da hatırlatacak şekilde yinelemek istiyorum: Hatırlanacağı gibi, 28 Şubat 2015’te İmralı Heyeti’nde yer alan milletvekilleri ve dönemin Başbakan Yardımcısı, İçişleri Bakanı, AKP Grup Başkanvekili ve Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarı Dolmabahçe Sarayı’nda bir araya gelmişler; aynı gün, Ahmet Davutoğlu Çözüm Süreci’nin yeni bir aşamaya girdiğini, silah dilinin sona erdiğini, demokratik yaşama geçileceğini söylemişti. 1 Mart’ta Abdullah Öcalan silah bırakma çağrısı yapmış, aynı gün ABD de Öcalan’ın açıklamasını memnuniyetle karşılamış,11 Mart’ta Cumhurbaşkanı, Öcalan’ın açıklamalarını öven beyanatta bulunmuştu. Ancak işte ne olduysa olmuş, Suriye İç Savaşı ile tüm dengeler altüst edilmiş; kartlar yeniden dağıtılmıştı. Yine hatırlanacağı üzere Muaviye Sayasna ve arkadaşları, okullarının duvarlarına “Ey doktor şimdi sıra sende!” yazdıktan sonra Suriye’de hiçbir şey eskisi gibi olmamış; Suriye’de hiçbir şey eskisi gibi olmayınca da Türkiye’de hiçbir şey eskisi gibi olmamıştı. Kobani ve Rojava deneyimleri, güneydoğudaki özyönetim girişimleri, hendeklere zemin hazırlarken Türkiye’de de neredeyse bir iç savaşın eşiğine gelindi. 2 Aralık 2015’te başlayan şiddet 2016’nın Mart ortasına kadar devam etti. Türkiye bu arada 2015 Haziran’ında seçimlere gitmiş; seçim sonuçlarına göre AKP tek parti iktidarı sona ermiş; bir koalisyon dönemine girilmiş, Dördüncü Merkez Sağ Dönemi sona ermiş, Türkiye siyasetinin helezonları çalışmaya başlamıştı.

Haziran 2015 seçimleri, Dördüncü Merkez Sağ iktidarının görevinden ayrılarak yeni bir koalisyon Hükûmetinin kurulmasına ve Dördüncü Koalisyon Döneminin başlamasına yol açmadı. Kasım’da seçimler yenilendi; Türkiye bir koalisyon dönemine girdi, ama bu ilk üç koalisyon döneminden farklı olarak fiilî bir koalisyon dönemi oldu. 2016’nın 15 Temmuz’unda da Gülen Darbesi gündeme geldi.

2016’nın Ağustos’una geldiğimizde ülkede bir koalisyon şekilleniyordu ama hukuken bir koalisyon yoktu; bir darbe sonrası dönemin OHAL’i yaşanıyordu ama hukuken bir darbe yoktu. Magma, zemini şekillendiriyordu ve Dördüncü Merkez Sağ İktidarı’nı sona erdirip Dördüncü Koalisyonlar Dönemi’ni ve Beşinci Askeri İdare Dönemi’nin şartlarını zorluyordu. Ama zemindeki gelişmeler (Gezi, Çözüm Süreci, Suriye ve Gülen Girişimi) de yeni dönemin kendi özgül koşullarında şekillenmesini gerektiriyordu. İşte sahne de bu zamanda inşa edildi.

 


Mete Kaan Kaynar Kimdir?

1972 yılında Ankara’da doğan Prof. Dr. Mete Kaan Kaynar, Hacettepe Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü’nden mezun oldu. Yüksek lisans ve doktorasını aynı bölümde tamamladı. Çalışmalarına bir süre Westminster Üniversitesi, Centre for Study of Democracy’de misafir araştırmacı olarak devam etti. Halen Hacettepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü Siyaset ve Sosyal Bilimler Anabilim Dalı öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. Türkiye siyasî hayatı ve kurumlarının yapısı, tarihsel dönüşümü, işlev ve işleyişlerini konu edinen çeşitli makale ve kitapların yazarlık ve editörlüklerini yapmıştır. Bunun yanında muhtelif gazete, dergi ve haber platformlarındaki güncel yazılarına da devam etmektedir. Mete Kaan Kaynar, Ankara Dayanışma Akademisi Kooperatifi (ADA), Bilim, Sanat Eğitim, Araştırma ve Dayanışma Derneği (BİRARADA), Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası (Eğitim-Sen) 5 Nolu Şube ve Özgür Üniversite gibi kuruluşların gönüllüsü, Devrim Deniz, Umut Nazım ve Ekin Eylem’in babasıdır.