15-16 Haziran'ı güncellemek

Emek kesiminin somut taleplerini dikkate alan ve antikapitalist bir perspektife sahip olan bir mücadele programı ortaya konmalıdır. Ekonomik ve siyasal mücadelenin birleştirilmesi gerekir.

Google Haberlere Abone ol

Atilla Özsever                      

15-16 Haziran 1970 direnişi, Türkiye işçi sınıfı tarihi açısından birçok ilklerin yaşandığı önemli bir olaydır. İşçi sınıfı, ilk kez sendikal hak gasplarına karşı ücret dışı hakları için mücadele etmiştir. O dönemde sendikaların yeni örgütlendiği ve özellikle ücret mücadelesinin başat olduğu düşünüldüğünde işçilerin sendikal hakları için mücadele etmesi dikkate değer bir olgudur.

Dönemin Demirel başkanlığındaki Adalet Partisi (AP) Hükümeti, sendikal örgütlenmeyi kısıtlamak ve özellikle DİSK’in gelişimini önlemek için işyeri ve işkolu örgütlenmesine yüzde 33’lük bir baraj getiriyordu. Hem işyeri, hem işkolu düzeyinde üçte birlik (yüzde 33’lük) bir örgütlenmeyi sağlayamayan bir sendika toplu sözleşme yetkisine sahip olamayacaktı.

DİSK’in başını çektiği ancak eylemler sonucu DİSK’ten daha fazla sayıda Türk-İş üyesi işçilerin katıldığı bir kalkışma gerçekleşti. İlk gün 70 bin, ikinci gün ise 150 bin işçi İstanbul ve Kocaeli’nde yürüyüşe geçti, fabrikalar işgal edildi, bu bölgelerde hayat durdu.

Çeşitli işkollarındaki işçilerin ortak bir mücadelesi söz konusuydu. Eylem yoluyla bir sendikal birlik sağlanmıştı. 15-16 Haziran’da sendikalı işçiler az olmasına rağmen öncü kadrolar işçi kitlesini ve toplumsal muhalefeti harekete geçirebildi.

Bu direnişte, işyeri temsilcilerinin öncülüğünde kurulan komiteler çok etkiliydi. İşçilerin kararlı ve fiili eylemi, hiçbir engel tanımadı, polis ve asker barikatları aşıldı. Bu eylem, örgütlenmeyi sınırlayan yasalara karşı hem bir direniş, hem de bir ayaklanma niteliği taşıyordu. Ancak önderlik edecek siyasal bir güç yoktu. Farklı işkollarından geniş bir işçi kitlesi, “kendisi için sınıf olma” yolunda ortak bir eylemlilik süreci yaşadı.

AP'Lİ BAKAN'IN MİLLİYET'TEKİ PANİĞİ 

İşçiler, yine ilk kez oy verdikleri partiye (AP’ye) karşı bir sınıf tavrını ortaya koydular. 1970’te İstanbul ve Kocaeli bölgesindeki işçiler ağırlıklı olarak iktidar partisi AP’den yana idiler. Ancak haklarını güçlü bir biçimde savunması açısından DİSK’te örgütlenmeye başladılar, radikal ve militan bir mücadeleyi benimsediler.

O dönemde Milliyet Gazetesi Yazıişleri Müdürü olan Hasan Pulur’un konuyla ilgili anekdotu da oldukça ilginçtir. Hasan Pulur’un verdiği bilgiye göre, 15 Haziran 1970 günü AP’li Devlet Bakanı ve Hükümet Sözcüsü Turhan Bilgin, Milliyet gazetesindedir. Olayları haber alan AP’li Bakan Bilgin, panik halinde çantasını bile almadan fırlayıp gazeteden çıkmıştır. Bu arada gazetenin mürettiphanesinde, yani matbaa bölümünde çalışan işçiler de iş bırakınca yazıişleri kadrosu şaşkına döner ve gazetenin basılması tehlikeye girer.

Olaylar sırasında üç işçi, bir polis ve bir esnaf hayatını kaybeder. 16 Haziran 1970 akşamı sıkıyönetim ilan edilir. 21 DİSK yöneticisi tutuklanır, 5 bin fazla işçi de işten çıkarılır.

MÜCADELENİN SONUÇLARI

15-16 Haziran olaylarının başlangıcında CHP de sendikal örgütlenmeyi kısıtlayan yasaya destek verirken eylemden sonra bu tavrını değiştirdi. Türkiye İşçi Partisi (TİP) ve CHP, Anayasa Mahkemesi’nde iptal davası açtı. Anayasa Mahkemesi, Ekim 1972’de yasanın önemli maddelerini iptal etti.

Eylem aslında yasal olmamasına rağmen toplumda meşruiyet kazandığı için Anayasa Mahkemesi yasayı iptal etmek durumunda kaldı.

15-16 Haziran eyleminin en önemli eksikliği, böyle bir harekete önderlik edecek ve siyasal bir sonuç alabilecek bir sınıf partisinin olmayışıydı.

Bir işçi partisi olarak TİP vardı ama bu parti etkisiz bir konumdaydı. TİP, işçi sınıfı örgütleriyle yeterli bağlantı kuramadı. Keza TİP, program ve yapısı itibariyle işçi sınıfının öncü partisi olmaktan çok düzen içi bir parti niteliğindeydi.

Yine o dönemde Milli Demokratik Devrim (MDD) adı altında işçi sınıfından ziyade asker-sivil radikal küçük burjuva unsurların daha etkili olacağına ilişkin bir tez ön plandaydı. İşçi sınıfı, 15-16 Haziran eylemiyle öncü bir güç olma kapasitesini göstermiştir.

15-16 Haziran eylemiyle ordunun işçi hareketine olan sempatisi son bulmuş, zamanın Genelkurmay Başkanı Orgeneral Memduh Tağmaç, "Sosyal bilinçlenme ekonomik bilinçlenmeyi aşmıştır" şeklinde bir görüş ortaya koymuştur.

Arkasından 12 Mart 1971 askeri müdahalesi geldi, daha sonra 12 Eylül 1980 darbesi sonucu işçi hareketi çökertildi. Sermaye sınıfı, 15-16 Haziran’ın intikamını alarak 1983’te yüzde 10’luk bir sendikal baraj getirdi.

GÜNÜMÜZDEKİ DURUM 

İçinde bulunduğumuz süreçte AKP iktidarı, işçi sınıfının ekonomik, sosyal ve sendikal haklarına karşı en saldırgan tutum gösteren bir iktidar konumundadır. Düşük ücret politikalarından sosyal güvenlik haklarının gaspına, güvencesiz çalışmadan kiralık işçiliğe, sendikal örgütlenmedeki engellerden grev yasaklarına değin birçok temel konuda ciddi hak kayıpları söz konusudur.

Öte yandan 15-16 Haziran 1970 koşulları ile kıyaslanmayacak düzeyde işçi sınıfı ve emekçi kesim, toplumda nicel yönden büyük bir ağırlığa sahiptir. Çalışan nüfus, toplumun üçte ikisini oluşturmasına rağmen bu nitelikte bir işçi hareketi mevcut değildir.

Yine günümüzde derin bir yoksulluğun oluştuğu, gelir dağılımın iyice bozulduğu, bir avuç sermaye kesimi dışında toplumun büyük bir çoğunluğunun çok güç koşullarda yaşadığı apaçık bir gerçektir.

Ocak-Şubat 2022 aylarında motorlu kuryelerin başını çektiği önemli eylemler yapıldı. 13 ilde, 108 grev, iş bırakma, direniş biçiminde gerçekleşen eylemlere 17 bin dolayında işçi katıldı.

Bu eylemlerde işçiler, patronların verdiği zamları kabul etmeyerek hak ettikleri ücretleri almak için mücadeleye giriştiler. Bu direnişlerin sonucunda kimi işyerlerinde işçiler hak ettikleri ücretleri aldılar, direniş kazanımla sonuçlandı, patronlar geri adım attı.

Taleplerinin tamamını alamayanlar da, bu mücadele sonunda güçlü olanın işçiler olduğunu kavradılar. Eylemlerde mevcut sendikal yapılar etkisiz kalmasına rağmen yeni sendika ve dernek tipi örgütlenmeler daha etkili oldu.

Önümüzdeki dönem işçi sınıfı içindeki bu eylemliliğin artma eğilimi oldukça fazla gözüküyor. Bu tür eylemler bir anlamda Özal’ın Başbakanlığındaki ANAP iktidarının zayıfladığı 1989 Bahar Eylemleri'ne de benzerlik gösteriyor.  

Tüm bu koşullara rağmen güçlü bir işçi hareketinin oluşamamasında belli başlı üç faktör etken oluyor, denebilir. Sendikal hareketin bu anlamdaki temel zaaflarını şöyle özetleyebiliriz:

  1. Emek hareketinin parçalanmış olması,
  2. Sendikal bürokrasinin etkisi,
  3. Siyasal önderliğin zayıflığı.

İŞÇİ HAREKETİ NE YAPMALI? 

15-16 Haziran direnişinde işyeri temsilcilerinin öncülüğünde kurulan komitelerin çok etkili olduğunu bir kez daha vurgulamaya gerek var. Günümüzde de işyerlerinden başlayan, yatay ve yerel örgütlenmelerin etkili olduğu birleşik bir emek hareketinin örülmesi gerekli gözüküyor.

Bu koşullarda işçi hareketinin, sendikaların ne yapması gerektiğini de şu başlıklar altında toplamak mümkündür:

  • Birleşik bir mücadele esastır.
  • Tabandan ve yerellerden başlayan yatay bir örgütlenme yapılmalı.
  • İşçi ve kamu çalışanı ile birlikte güvencesiz çalışanı, işsizi, emekliyi kapsayan bir örgütlenme modeli yaratılmalı. Bu çerçevede işçi meclisleri kurulmalı. Daha önceki işçi sendikaları birlikleri modelinden örnek alınmalıdır.
  • Uzlaşmacı, teslimiyetçi sendikal anlayıştan mücadeleci, militan bir sendika anlayışına geçilmelidir.
  • Bu çerçevede tutucu sendikal bürokratik kadroların tasfiyesi önem kazanmaktadır.
  • Emek kesiminin somut taleplerini dikkate alan ve antikapitalist bir perspektife sahip olan bir mücadele programı ortaya konmalıdır.
  • Ekonomik ve siyasal mücadelenin birleştirilmesi gerekir. Yani sendikal ve siyasal mücadelenin bütünlüğü esastır.
  • İşçi hareketine öncülük edecek politik bir önderliğe, sosyalist eğilimli gerçek bir işçi sınıfı partisine büyük bir ihtiyaç vardır.