YAZARLAR

Babam, bizim oralar ve Hatun Ana...

Babamı defnetmemizin üzerinden henüz iki ay geçmeden, Aysel Tuğluk’un anacığının cenazesi, tesadüfen var olmayan, münferit olmayan ve “çok eskiden tanıdık” linççi bir güruhun saldırısına uğradı. Hatun Ana’nın oraya defnedilmesi halinde mezarı açmak ve cenazeyi parçalamakla tehdit ettiler… Bu zehirli iklimin ve bu linç kültürünün de tarih boyunca çökelmiş katmanları var. Beş on kendini bilmez tarafından bir anda gerçekleştirilmiyor bu saldırı.

Yaz geçti, geçiyor. Yazın bir kısmında Diyarbakır’daydım. Haziran ayında babamız hastalanmıştı birdenbire. Temmuz sonunda da onu kaybettik...

Öyle işte. Babamızı kaybettik... Düzeleceğini umuyorduk ama her şey hızla kötüye gitti. Söylenecek çok şey yok. Giderek daha derinden gelen dalgalarla çarpıyor insana bu acı. Kaybın gerçekliğini kavramak güç. Hâlâ uzaktaki evinde ve hayatta olduğunu sanıyorsun sık sık. Seni uğurlarken el salladığı şu balkonda, masasının başında, odasında, uykuda... Oysa her şey bittiğinde baba evi de hızla dağılıyor...

Arada kalmışlıklarla başa çıkmada sonsuz zorlanan, duygusal, zeki ve romantik bir insan olarak babamdan biraz söz etmek istedim bugün. Arada kalmışlığın ağır bir biçimi; Kürtlük ve Türklük, Doğu ve Batı, bilim ve din, edebiyat ve hayat, imkanlar ve imkansızlık... Babamız bu gerilimli ve kahırlı arada kalmışlık hali içinde, kendi dünyasına sığınmayı seçti. Emekliliğinden sonra kendi kabuğuna çekildi yıllar içinde... Bu türden bir çekiliş söz konusuysa ama iç dünya boğucudur. İnsanın bütün meziyetlerini öğüten bir girdaptır. Kötürüm bırakan bir basınç...

Babamız hep bir roman yazmak isterdi. Biyografik bir roman. Kitaplığını karıştırırken başlayıp başlayıp bıraktığını gördük vefatından sonra. Çok güzel yazardı oysa. Muhtemelen kayda değer bir ışık düşürürdü sözünü ettiğim arada kalmışlıkların Diyarbakırlı hali üzerine. Belki sözünü ettiğim içe çekilişin yarattığı yoğuşma yazmaya da engel olan bir şeydi. Roman yazamadı. Çokça şiir yazdı ve bazı başlangıç notları... Hepsi bu.

Biz çocukken evimize arada sırada gelip giden bir Zeyno vardı. Kısa bir süreliğine uğrar, yemek filan yer, bizimkilerle biraz sohbet eder ve giderdi. Sanki biraz kavrayışı zayıf biriydi. Nereden çıkmıştı bilmiyorum ama günlerden bir gün babam Hasan Tahsin ve amcam Devrim, Zeyno için şiir yazmaya girişmişlerdi. Bir tür yarış gibiydi; bir köşeye çekilmiş ve çok kısa bir süre içinde uzunca birer şiir yazmışlardı Zeyno hakkında. Bu iki şiirin yazıldığı siyah kaplı defteri bu yaz çok aradıysam da bulamadım. Ama net olarak şöyle hatırlıyorum. Babam bir nazenin, kömür gözlü bir güzel, kırlarda açmış bir çiçek görüyordu Zeyno’ya bakarken. Amcamın şiirinden ise, çocuk aklımla ne olduğunu anlamadığımdan olsa gerek, bir gün elbette anlarım diye aklımda sımsıkı tuttuğum, “Zeyno oligarkların sofrasında bir köleydi” dizesini hatırlıyorum. Bu şiir Zeyno’nun üstünün başının paramparçalılığından, emekçiliğinden, başındaki kofinin yana eğilmişliğinden, kocası Eyüp’ün durup dururken gülmelerinden söz ediyordu. Upuzun ve etkileyici şiirlerdi ikisi de. Çocuk aklımla Zeyno’ya baktığımda, iki kelime Türkçe bile bilmeyen bir köylü kadın gördüğümden, babamın ve amcamın ne çok şey gördüğüne epeyce şaşırdığımı hatırlıyorum. Bir de yine tabii o yaşta kendi kendime bile netlikle ifade edemesem de her ikisinin bu kadar farklı iki Zeyno görüyor olması da günlerce kafamı kurcalamıştı.

Evet yaz geçiyor; yazın Diyarbakır kısmında bir taziye evi var. Bizim evimiz. Bu evde de “herkes” var. Çünkü ömrünü kendi şehrinde geçirmiş bir aile büyüğü babamız. Emekli bir öğretmen. Kendi çevresi, öğrencileri, evlatlarının çevresi, hukukçular, hekimler, işçiler, işsizler, akrabalar, aile dostları, siyasetçiler...

Taziye evindeki kısacık bir andan söz edeyim. Bembeyaz tülbentli, yaşlıca ve tipik Diyarbakırlı bir “teyze,” o kuşakta pek alışık olunmayan mükemmel bir diksiyon ve Türkçe’yle, “sana da geçmiş olsun kızım, var mı bir gelişme sizin ihraçlarla ilgili” diye sormuştu. Ben de açıkçası, “yok, zaten bu aralar bir gelişme olmasını da çok beklemiyoruz” diyerek geçiştirmeye çalışmıştım bu soruyu. “AİHM’e başvurdunuz mu?” diye sordu bu sefer. Bir anlık duraksamadan sonra daha açıklayıcı olmaya çalışarak başvurduğumuzu söyledim ben de. Şöyle devam etti, “maalesef oradan bir şey çıkmaz kızım şu sıralar. Dün Nuriye ve Semih’in başvurusuyla ilgili ret kararı verdiğini duyunca, oradan umudum kalmadı benim. Durumları bu kadar kritikken o ikisi için bu karar verildiyse ihraç mihraç görüşmez artık AİHM.” Kendime geldim ve doğru dürüst bir sohbet yürüttüm teyzeyle sonrasında. O gittikten sonra abime, “kimdi ya bu teyze?” dedim. “Neşide Teyze, Tarık Ziya Ekinci’nin kız kardeşi” diye cevap verdi. Bir haftalık taziye süresince gördüm ki annemden de aşina olduğum üzere, Neşide Teyze kadar olmasa da siyaseti an be an takip eden, yorumlayan ve tartışan bu “teyze”lerden Diyarbakır’da pek çok var.

Dostlar, tanıdıklar, akrabalar ve konu komşuyla dolup taştı taziye evi. HDP’lisi, DBP’lisi, CHP’lisi, AKP’lisi, MHP’lisi, feci biçimde AKP karşıtı ama aynı zamanda çok dindar olanı... her siyasi görüşten ve aidiyetten insan vardı gelenler arasında. Bir haftalık taziye süresince sık sık politika konuşuldu. İnsanlar birbirlerini dinledi, dinlemeye gayret etti. Yine de bunları bir taziye evindeki siyasi tahammülün göstergesi olarak anlatmıyorum. Bir Diyarbakır hakikati olarak anlatıyorum.

ORASI ÖYLE BİR YER

Bizim oralar başka, bana bile çok çok başka geliyor. Yani mesela bir siyaset insanına, dini referanslar kullanıyor eleştirisi yönelttiğinizde, hemen hiçbir şey söylememiş olduğunuz bir yer. Böyle yaptığınızda hep eksik kalacak, ardında hep ıskalanmış bir hakikat bakiyesi bırakacak bir tahlil yapmış oluyorsunuz. Kırk yıllık bir savaşın yarattığı ve kolaycı çözümlemelere kesin olarak direnecek, “özel” ve kendine özgü bir siyasi iklimi teğet geçmiş oluyorsunuz.

Türkiye’de namazı, duayı ve başörtüsünü belli yaştaki kadınlarda hoşgören, fakat başörtülü genç kadınlardan nefret eden “laik” kesimin önemli bir kısmında, dinine bağlı Neşide Teyze’deki zihin berraklığı, politik analiz yetisi ve ufuk genişliğini görmek pek mümkün değil. Önemli birçok memleket meselesinin dil ucuna bile hiç gelmediği bir apolitiklik var esasen. Bu kesimde güncel siyasetin netameli konularını kimse pek konuşmuyor.

Elbette toplumun duygusal bölünmüşlüğünün tırmanmasında AKP’nin sorumluluğu çok fazla. Karşı çıktıkları “Cehape” zihniyetini, toplumsalın her alanındaki “karşı mühendislik” hamleleriyle yukarıdan aşağıya nasıl da hırs ve hevesle yeniden ürettiklerini hepimiz gördük, görmeye devam ediyoruz. İcraatlarının inanç, vicdan, ifade özgürlüğü gibi özgürlüklerle ve bu özgürlük alanlarının korunmasıyla hiçbir ilişkisi yok. Fakat maalesef laik, demokrat ya da sol muhalif kesimler kırmızı çizgilerini, politik katılıklarını, önyargılı ve dışlayıcı derin muhafazakarlıklarını değiştiremediği sürece onları da “değiştiremeyeceğiz.”

Kahır çekmenin ve zulmün coğrafyası olan Kürt coğrafyasındaki taziye evimizde gördüğüm şey, bu türden katılıkları bir ölçüde aşmış bir haldi. Birlikte haysiyetle, saygıyla var olabilmeyi deneyen bir hal...

Upuzun bir tarih boyunca, zulüm, nefret ve en önemlisi yok sayma politikaları sonucunda katman katman o coğrafyaya çökmüş bir hakikat var ve sol muhalefetin en önemli konularından biri de önyargılardan arınmış biçimde bu hakikate değmek olmalı.

Bu katmanları aralamak durumundayız. Yoksa işimiz gerçekten çok zor.

Babamı defnetmemizin üzerinden henüz iki ay geçmeden, Aysel Tuğluk’un anacığının cenazesi, tesadüfen var olmayan, münferit olmayan ve “çok eskiden tanıdık” linççi bir güruhun saldırısına uğradı. Hatun Ana’nın oraya defnedilmesi halinde mezarı açmak ve cenazeyi parçalamakla tehdit ettiler... Bu zehirli iklimin ve bu linç kültürünün de tarih boyunca çökelmiş katmanları var. Beş on kendini bilmez tarafından bir anda gerçekleştirilmiyor bu saldırı. Siyasi iktidar Aysel Tuğluk gibi siyaset insanlarını “terörist” diye cezaevlerine kapatmakla yetinmeyip, her Allahın günü medyada ve meydanlarda “terörist” damgasını koyultmaya kalktığında, bindirilmiş kıtaların vazifesi de belirlenmiş oluyor. Maalesef.

Babamın Diyarbakır’daki taziyesinde yeniden gördüğüm şey, bir coğrafyanın acıları tarafından çizilmiş, çeşitlenmiş, renklenmiş, her şeye rağmen ve hâlâ umut taşıyan, barış isteğini net biçimde dışa vuran bir resimdi. Geçen hafta Ege’den dolaştım geldim. Oradayken Hatun Tuğluk’u duydum. Bunları düşündüm işte... Duygular işe çok karışınca, düşünce de yolunu uzatıyor, dağılıyor. Kusura kalmayın...


Sevilay Çelenk Kimdir?

Sevilay Çelenk Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo Televizyon ve Sinema bölümünde öğretim üyesi iken barış imzacısı olması nedeniyle 6 Ocak 2017 tarihinde 679 sayılı KHK ile görevinden ihraç edildi. Lisans eğitimini aynı üniversitenin Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler bölümünde 1990 yılında tamamladı. 1994 yılında kurulmuş olan ancak 2001 yılında kendini feshederek Eğitim Sen'e katılan Öğretim Elemanları Sendikası'nda (ÖES) iki dönem yönetim kurulu üyeliği yaptı. Türkiye'nin sivil toplum alanında tarihsel ağırlığa sahip kurumlarından biri olan Mülkiyeliler Birliği'nin 2012-2014 yılları arasında genel başkanı oldu. Birliğin uzun tarihindeki ikinci kadın başkandır. Eğitim çalışmaları kapsamında Japonya ve Almanya'da bulundu. Estonya Tallinn Üniversitesi'nde iki yıl süreyle dersler verdi. Televizyon-Temsil-Kültür, Başka Bir İletişim Mümkün, İletişim Çalışmalarında Kırılmalar ve Uzlaşmalar başlıklı telif ve derleme kitapların sahibidir. Türkiye'de Medya Politikaları adlı kitabın yazarlarındandır. Çok sayıda akademik dergi yanında, bilim, sanat ve siyaset dergilerinde makaleleri yayımlandı. Birçok gazetede ve başta Bianet olmak üzere internet haberciliği yapan mecralarda yazılar yazdı.