YAZARLAR

Evimizin hayvanları

Hayat diye bir şey var, kalanlar için devam eden bir şey. Salça yapılacak.

Yas evinde, uykunun terk ettiği gözlerle, biraz da annemin ansızın karşısında görüp ürkmemesi için terliklerimi gürültüyle sürükleyerek dışarı çıktığımda, tam da çocukluk günlerimdeki güneş bu dedim, işte aynı yerden doğuyor. Tütün tarlasına giderkenki güneş bu, doğmak yahut yükselmek için hiç acele etmiyor. Çullara sarılan nice kadının, çocuğun, adamın arasına sığışarak kurduğum her hayalin bir çukura, bir yükseltiye çarparak yalpalayan traktör römorkunda bozulduğu günlerin güneşi. Kardeş bir güneş.

Hayat diye bir şey var, kalanlar için devam eden bir şey. Salça yapılacak. Avuçlarımda her kürek sapı gördüğünde yeniden dirilen nasırları fark ediyorum, olgun domateslerin toplandığı tarafı sularken. Tavuklar, horozlar, hindiler, kediler, ördekler, civcivler uyanıyor birden. Artık olgun bir adam olsam da dünyanın uzak şehirlerinden hep küçük bir çocuk olarak döndüğüm bu evdeki arkadaşlarım. Bu evde ben onlarla birlikte büyümüştüm.

Uzak meridyenlerde rüyalarıma giren Kotan mesela. Asıl sahipleri olan ve 13 Eylül 1980'de Tarsus'a göç eden büyük dayılarımın arkasından günlerce karayoluna bakmıştı. Sonra karlı bir ikindide, kuyruğunun üzerine oturup iri köpeklerin ortasına yerleşerek köpek dalaşında hiç yapılmayacak bir şey yapmıştı; başını havaya dikerek durmuştu. Kavgacı düşmanları uzun süren bir tuzak kokusu kuşkusunu atlatınca boğazına iştahla saldırmışlardı.

Kar gibi beyaz eşeğimiz Simbilo, tam da bahçenin bu tarafında, tozutan karın içinde beklemişti ölümü. Üç gün. Kilitlenmiş bir çeneyle, ıslak ve güzel gözlerle. Üç gün, gittikçe ıslanan bir veda ile. Dördüncü günün sabahında abim elimden tutarak yanına götürdüğünde canını teslim etmişti. Bedeni şişmiş, gözlerindeki ıslaklık bitmişti. Sözlüğüme ölüm sözcüğünü bırakarak gitmişti.

Şiyar'ın o eve nasıl geldiğini hatırlamıyorum, ama evin güneş gören tarafında simsiyah bir gölge gibi duruşu aklımdadır. Kendi isteğiyle orada değildi sanki. Belki ölen ya da giden birilerinden geriye kalmıştı. Hep bir yeri, belki bir avluyu düşünüyordu. Beni gördüğünde gülümsüyor sanırdım. Mesafeli bir hayvandı. Bana kendini sevdirmedi hiç, ama beni sevdiğini bilirdim. İçime bir yalnızlık ekti. Yalnız bir köpekti. Yalnız yaşadı, yalnız öldü. Köpek dalaşına girdiğinde imdadına giden olmadı. Aldılar ölüsünü köyden uzak bir bayıra attılar. Gülümseyen yüzündeki deri yavaş yavaş çekildi. Bedeni ufaldı, yere benzedi. Kalbinin ortasından bir nergis çiçeği çıkıp boy verdi.

Hirço ise, benim için 12 Eylül'dür. Ovayı haki bir bulut gibi dolduran askerler, köyün okuluna yaklaştıklarında, ürüyen Hirço'ya namlularını çevirmişlerdi. Hirço birden susmuş, yıllarca havlamamıştı. Yaşı ilerleyince kümeslere dadanmış, sonu ise mezarlıkta tünediği bir taşın üstünde av tüfeğiyle vurulmak olmuştu. O anki sesini hiç unutmuyorum; ince, yalvaran ve itiraz eden bir ses. Tam on iki yaşındaydım ve o sesle birlikte çocukluk bitmişti.

Ördekler, önlerindeki tavuk ve horoz kalabalığını ortasından yararak geçiyorlar. 18'inci yüzyılın Paris’inde kibar aristokratlar bir balo salonuna doğru yürüyor sanırsın. Bütün kümes hayvanları, günlerdir çok ağlamış annemin yemlerini aynı yerlere koyduğunu biliyorlar.

Bu hayvanların bir kısmını karnı sırtına yapışmış tilkiler yiyecek. Bir kısmını yılanlar, doğanlar, kartallar yiyecek. Kalanları insanlar yiyecek. Ama bir “merhamet” var bu düzende. Her “kes” birbirinin devamı. Sanki bütün canlılar akrabalar.

Bu yüzden midir herkesin iştahla yediklerini görmeye dayanamamam? İnsanın efendi kesildiği şehirlere sığamamam bu yüzden mi? Sadece doğadaki her canlı ve cansızı değil, kendi türünü de hizmet için köleleştiren insanların düzenini sevmemem…

Avuçlarımda yeniden serpilen nasırlarla düşünüyorum: Bütün köpeklerimizin birer adı vardı da neden kedilerinki yoktu? Hepsinin adı aynıydı: “Pisîka malê” (evin kedisi). Dilimizde eril de var dişil de. Ama kedi erkek de olsa, dişi de olsa dişil sözcüklerle çağrılırdı: Pisîka malê.

Kafam ağırlaşıyor. Güneş yükseliyor. Annem pencereden sesleniyor. Eve bir pisîka malê gibi giriyorum.


Selim Temo Kimdir?

27 Nisan 1972’de Batman’ın Mêrîna köyünde doğdu.2000 yılında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Etnoloji Bölümü’nden mezun oldu. 1997’de Yaşar Nabi Nayır Şiir Ödülü, 1998’de Halkevleri Roman Ödülü’ne değer görüldü. Yüksek lisansını (“Cemal Süreya Şiirinde Bedenin Yazınsallaşması”) ve doktorasını (“Türk Şiirinde Taşra: 1859-1959”) Bilkent Üniversitesi Türk Edebiyatı Bölümü’nde tamamladı. 2009’da Mardin Artuklu Üniversitesi’nde yardımcı doçent olarak çalışmaya başladı. 2011’de, Exeter Üniversitesi’ndeki (İngiltere) Centre for Kurdish Studies’de konuk hocalık yaptı. Hrant Dink Vakfı tarafından “dünyada, geleceğe dair umudu çoğaltan kişiler”den biri sayılarak “2011’in Işıkları” arasında gösterildi. Radikal gazetesinde başladığı köşe yazarlığına (Kasım 2013-Kasım 2014), Ocak 2017’den beridir Gazete Duvar’da devam ediyor. Dört Türkçe iki Kürtçe şiir kitabı, bir romanı, iki antolojisi, 12 çocuk kitabı, yedi roman-öykü çevirisi, iki şiir kitabı çevirisi, bir çevrimyazısı, bir gazete yazıları ve iki edebiyat kuramı kitabı yayımlandı. 6 Ocak 2017’deki 679 sayılı KHK ile üniversiteden ihraç edildi. Amed’de yaşıyor.