YAZARLAR

Kuş gibi özgür ya da sivil ölü olmak

Muktedirlerin, OHAL fırsatçılarının ve şakşakçılarının gözden kaçırdığı gerçek, karanlık ortaçağın çoktan kapanmış olduğu. Eşitlik, özgürlük ve insanlık onuru adına verilen onca mücadeleyle kazanılmış temel haklar, öyle birileri istiyor diye bir çırpıda rafa kaldırılacak değil. Siz istediniz diye ‘sivil ölü’ olacak değiliz.

Ortaçağ Avrupası’na özgü bir cezalandırma biçimi sivil ölü ilan edilmek. Cinayet gibi ağır bir suç işleyenler sivil ölüme mahkûm ediliyor –ki bu da çoğunlukla kişinin gerçekten ölümü anlamına geliyor, zira sivil ölü ilan edilen kişiyi dileyen herkes herhangi bir ceza almaksızın öldürebiliyor veya yaralayabiliyor. Kutsal Roma İmparatorluğu’nda ise bir kimsenin sivil ölü ilan edilmesi, vogelfrei, yani bir kuş gibi özgür olması demek. İşlediği suçtan dolayı bedeni ve ruhu gökteki kuş, ormandaki hayvan, sudaki balık kadar özgür bırakılan kişi, aynı zamanda imparatorun ve kralın korumasından da mahrum kalacağı için ona karşı işlenecek hiçbir suç da cezalandırılmıyor. Sonuç itibarıyla hukuksal güvenceden mahrum kalması ya da hukuk dışına atılması anlamına gelen bu özgürlük, muhatabına yine ölüm getiriyor. Bu ceza, aynı zamanda kişinin sürgün edilmesi, evsiz barksız kalması, öldüğünde bedeninin gömülmeyerek kurda kuşa yem edilmesi anlamına geliyor.

Yargıçlar bir katile hukuk dışına çıkarılma (sivil ölüm) cezası veriyor.  Bamberger Halsgerichtsordnung Gravürü  (1507) * Yargıçlar bir katile hukuk dışına çıkarılma (sivil ölüm) cezası veriyor.  Bamberger Halsgerichtsordnung
Gravürü  (1507) *

İşte her fırsatta muhalif gazetecileri hedef göstermesiyle ün kazanan Cem Küçük’ün barış bildirisini imzalayan akademisyenlere hakaretler yağdırırken bahsettiği sivil ölüm böyle bir şeydi. Nitekim, önce rektörler eliyle açılan soruşturmalar, bilimsel etkinlikler için yurt dışına çıkışlarına izin vermeme, jüri görevlerinin onaylanmaması ya da iptal edilmesi, projelerinin reddedilmesi, kadro taleplerinin geri çevrilmesi ya da hak edilmiş atamaların jürilere yapılan çeşitli baskılarla yapılmaması gibi uygulamalarla, barış akademisyenleri henüz üniversitelerdeki görevlerinin başındayken sivil ölü ilan edildiler. OHAL ilan edilmeden başlayan baskı ve yıldırmalarla, barış bildirisini imzalamakla bir suç işlediklerini kabul etmeleri ve bundan pişman olduklarını beyan etmeleri, imzalarını geri çekmeleri istendi. Buna razı gelen birkaç kişi, hemencecik sivil hayata geri döndürüldü, hakları geri verildi ki, diğerlerine de örnek olsun. Yine de bu yolla biat ettirilenlerin sayısı bir elin parmaklarını geçmedi. Ardından muktedirler OHAL fırsatçılığı ile üniversitelerden sol-muhalif kadroları temizleme projesi ortaya çıktığında, 'barış bildirisi' ellerine hazır bir muhalifler listesi sunduğu için belli ki kendilerini şanslı hissettiler. Ortada ne bir suç, ne bir dava, ne de adil bir yargılama vardı. İmza listesinden seçilen isimler, bazen sırayla, bazen ise tümüyle icracının keyfine bağlı olarak KHK listesine eklendi. Fakat bu 'sivil ölü ilan etme' arzusu, basitçe muhalif kadroları devlet üniversitelerinin dışına atmak olarak da anlaşılmamalı. Ortaçağ Avrupası’ndan kalma bir zihniyetle, sivil ölü ilan edilenin hukuk dışına da çıkartıldığına ve böylece hiçbir yasal güvenceye sahip olmadığına ve bunlara karşı işlenen suçların cezalandırılmayacağına duydukları güvenle fütursuzca davranabilmekteler zira.

Yalnızca barış imzacıları için değil, bütün ihraçlar için geçerli bir yargısız infaz söz konusu olan. İki yıllık bir görev süresi olan OHAL Komisyonu’nun başvuruları zamanında değerlendirebilmek için günde ortalama 200 dosyayı sonuca bağlaması gerektiği dikkate alınırsa, etkili bir iç hukuk yolu olarak kabul edilmesi mümkün görünmüyor. KHK ile ihraç edilenlerin yeşil pasaportları iptal ediliyor, normal pasaport için başvuruları ise hiçbir gerekçe gösterilmeksizin ve buna dair hiçbir yazılı belge verilmeksizin reddediliyor. Bilgi edinme kanunu kapsamında yaptıkları bütün başvurular KHK işaret edilerek yanıtsız bırakılıyor. Ne pasaport iptalleriyle ne de bilgi edinme hakkı ihlalleriyle ilgili dava açma hakları var. Başka bir deyişle, anayasayla korunan seyahat özgürlüğü ve iletişim özgürlüğü hiçbir hukuki dayanağı olmaksızın engelleniyor. Tam bir hukuk dışına çıkarma hali. Ortaçağ’ın kralı ya da imparatorunun yerini ‘modern’ devlet almış durumda. Daha doğrusu modern devlet olmaktan giderek uzaklaşan, karşısında meşruluğunun kaynağını oluşturan yurttaş yerine mutlak itaatle sınadığı tebaasını gören bir devlet. Muhalif kadroların kamudan tasfiyesinden çok daha iddialı, kindar, modern devletin, bürokrasinin ya da kamu idaresinin rasyonalitesiyle hiçbir şekilde uyuşmayan bir durum söz konusu olan. Bütün modern anayasaların dayandığı, hatta 12 Eylül Anayasası’nda bile yer bulan temel haklar kavrayışıyla hiçbir şekilde örtüşmeyen bir kindarlıkla, bitmeyen bir öfkeyle yakamızdan düşmüyorlar.

Bütün iş başvuruları reddedilen barış imzacısı akademisyen Mehmet Fatih Traş’ı ümitsizliğe ve nihayetinde intihara sürükleyen kindarlıkla bize şunu söylemeye çalışıyorlar: "Özel üniversitede, devletle birlikte iş yapan herhangi bir özel sektör ya da sivil toplum kuruluşunda çalışmayın, hukuk diplomanız varsa avukatlık stajı yapamayın, avukat olamayın, öğretmenlik yapamayın, yurt dışında bir iş bulsanız bile yurt dışına çıkamayın, üniversite sınavını kazansanız bile hak kazandığınız üniversiteye kayıt yaptıramayın… Biz bunun için her türlü hukuksuzluğu yapmaya, her türlü hukuksuzluğa göz yummaya hazırız." Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde öğretim üyesiyken ihraç edilen ve üniversite sınavında aynı üniversitesinin İletişim Fakültesi’ni kazanan Cenk Yiğiter’in yaşadıkları, tam olarak böyle. Sınav sonuçlarının açıklandığı gün, aralarında iki hukukçu profesörün de bulunduğu üniversite senatosu el çabukluğu marifetle anayasal bir hak olan eğitim hakkını engellemekten dolayı cezalandırılmayacaklarına duydukları güvenle, bir yönetmelik değişikliği yapıyor ve bir de bakıyorsunuz, "kamu hizmetinden ihraç mı edildiniz, pardon o zaman sizin kaydınızı da yapamayız" deyiveriyorlar.

Bu şehvetli cüretkârlığın ardında sivil ölü ilan edilenin hiçbir hukuki güvencesinin olmadığı ortaçağ zihniyeti var. Ne var ki muktedirlerin, OHAL fırsatçılarının ve şakşakçılarının gözden kaçırdığı gerçek, karanlık ortaçağın çoktan kapanmış olduğu. Eşitlik, özgürlük ve insanlık onuru adına verilen onca mücadeleyle kazanılmış temel haklar, öyle birileri istiyor diye bir çırpıda rafa kaldırılacak değil. Siz istediniz diye ‘sivil ölü’ olacak değiliz.

Bugün belki yaşananlar, Füruğ’un dizelerine çöken karanlık gibi, bazılarınıza hiç geçmeyecekmiş gibi görünebilir: "Güvercinler gibi bağrışıyoruz adalet için / Ama kimse duymuyor bizi. / Ve karanlıkta, ışığı bekliyoruz." Oysa sizin bile isteye, duymayarak, sessiz kalarak, apaçık destekleyerek yarattığınız bu karanlık bir gün aralanacak. O zaman göreceğiniz şey, vicdanının sesini dinleyen ve biat etmeyi reddeden, ona teslim olmayan her birimizin bir kuş gibi özgür olduğu olacak.

* Kaynak: https://en.0wikipedia.org/index.php?q=aHR0cHM6Ly9lbi53aWtpcGVkaWEub3JnL3dpa2kvVm9nZWxmcmVp


Ülkü Doğanay Kimdir?

Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunu. ODTÜ’te siyaset bilimi alanında yüksek lisans ve Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde yine aynı alanda doktora yaptı. Doktora çalışmaları sırasında bir yıl süreyle Paris II Üniversitesi Fransız Basın Enstitüsü’nde bulundu. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler Bölümü'nde öğretim üyesi iken kamuoyunda “barış bildirisi” olarak bilinen “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildiriyi imzalaması nedeniyle 686 sayılı KHK ile ihraç edildi. 'Demokratik Usuller Üzerine Yeniden Düşünmek' isimli kitabının yanı sıra Eser Köker’le birlikte kaleme aldığı 'Irkçı Değilim Ama…Yazılı Basında Irkçı-Ayrımcı Söylemler' ve Halise Karaaslan Şanlı ve İnan Özdemir Taştan’la birlikte kaleme aldığı 'Seçimlik Demokrasi' isimli kitapları yayınlandı. Ayrıca siyasal iletişim, demokrasi kuramları, ırkçı ve ayrımcı söylemler konularında uluslararası ve ulusal dergi ve kitaplarda çok sayıda makalesi basıldı. İmge Kitabevi Yayınları’nda editörlük yaptığı beş yıl boyunca çok sayıda kitabın editörlüğünü üstlendi ve Türkçeye kazandırılmasına katkıda bulundu. Ülkü Çadırcı adıyla yayınladığı çocuk kitapları ve Gökhan Tok’la birlikte kaleme aldığı 'Teneke Kaplı İvan' isimli bir çocuk romanı da bulunmakta.