YAZARLAR

Bu defa Almanya atağı, orta sahayı geçtiler…

Alman bakan, yalnız keyfî tutuklamaların “Türkiye’deki bütün eleştirel sesleri susturma” hedefi güttüğünü ileri sürmekle kalmadı. Toplam olarak hukuk kurumu ve değerlerinin ortadan kalkışıyla paralel olarak mülkiyet hakkının da herhangi bir güvence altında olmadığına işaret etti. Gabriel, “siyasî güdülerle yapılan keyfî kamulaştırmaların sadece bir tehdit olmadığı, …yapılmakta olduğu” bir ülkede kimseye “yatırım güvencesi” sunulamayacağını, Almanya hükümeti olarak Alman yatırımcılara güvence veremeyeceklerini söyledi. Yani, sadece “gitmeyin” değil, “yatırım da yapmayın” dedi.

Almanya ile papaz olma diye mi adlandırırsınız, Almanya’nın canına tak etti mi dersiniz yoksa Berlin politikacılarını Büyükada’ya özel sandallarıyla gelip ülkede isyan çıkarmaya çalışan İngiliz MI6’i ile Amerikan CIA’inin yanına katıp yeni bir Haçlı Seferi’nin sol kanat muhacimleri mi sayarsınız, bilemeyeceğim için, kısaca “Almanya krizi” diyeyim; yeni kriz kutlu olsun! Hepimizin gözü aydın, buzdolabı kolileri üzerinde tepinilebilecek, çeşitli meyve-sebze katledilerek millî gururla şaka olmayacağı gösterilecek yeni bir fırsatımız oldu.

Bu, muhtemelen, “Yeni Türkiye”nin uluslararası alandaki ikinci büyük sınavına girişi demek oluyor. İlki, Suriye topraklarında cereyan etmiş, sınava hevesle, vaktinden bile önce gelen Türkiye, Din ve Osmanlı Tarihi bölümüne girmeyi hedeflerken kendini önce Uluslararası İlişkiler sözlüsünde bulmuş, o telaşla uçak düşürmüş, “Komşu topraklarında silahlı isyan çıkarma ve rejim değiştirmenin esasları” başlıklı kompozisyonda kopya çekerken yakalanmış, Rusya’dan özel ders almak zorunda kalmıştı.

Şimdi, Kuzey Suriye’deki Amerikan üslerinin haritasını yayımlayarak girişilen, “Alayınız gelsin ulan!” hamlesiyle, Almanya’ya karşı rehine kozu öne sürme politikası birarada, hepimizi bu ikinci sınavı yaşamak zorunda bırakıyor.

"GİTMEYİN - YATIRIM YAPMAYIN"

Almanya hükümeti, önce dışişleri bakanının, sonra başbakanının ağzından, Ankara’ya, “Bu böyle devam edemez,” dedi. Almanya yöneticileri, resmen, “Türkiye politikasını değiştireceklerini”, “Ankara’daki sorumluların, izledikleri politikanın sonuçlarına katlanacaklarını” açıkladılar. Dışişleri Bakanı Sigmar Gabriel, tatilini yarıda kesip makamına geldi, “ülkesini ziyaret eden suçsuz insanları akıl almaz, utanmazca suçlamalarla gözaltına alabilen” Türkiye ile, kabaca, “külahları değişiyoruz” duyurusu yaptı.

Dışişleri bakanının açıklamasını ağırlaştıran, kullanılan üslûbun yanı sıra, alınan tavrın hem Başbakan Angela Merkel hem de muhalefet lideri SPD Genel Başkanı Martin Schulz tarafından onaylandığının belirtilmesi. Yani Almanya açısından bir “devlet tavrı” söz konusu.

Peki “tavır” neleri içeriyor? Almanya hükümeti, vatandaşlarına, kısaca, “Türkiye”ye gitmeyin, güvenli değil” diyor.

Buna ilişkin olarak tipik karşı tavır, “Alman turistler zaten pek gelmiyordu” deyip omuz silkmek olur diye tahmin ediyorum. Bu sezon toplam turistlerin içerisinde Almanların oranı yüzde onu anca buluyormuş. Peki bu daha ne kadar böyle gider, giderse ne olur… gibi soruları, artık mukaddes boyutları da iyice büyümüş olan Türk’ün Cihan Hakimiyeti Mefkûresi’ni gölgeleyebileceği endişesiyle kenara atalım.

Sigmar Gabriel’in, alacakları “tedbirler”e dair sözleri arasında, nedense ilk andaki haberlerde fazla öne çıkarılmayan, aslında belki de en başta sözü edilmesi gereken bir unsur daha var. Alman bakan, yalnız keyfî tutuklamaların “Türkiye’deki bütün eleştirel sesleri susturma” hedefi güttüğünü ileri sürmekle kalmadı. Toplam olarak hukuk kurumu ve değerlerinin ortadan kalkışıyla paralel olarak mülkiyet hakkının da herhangi bir güvence altında olmadığına işaret etti. Gabriel, “siyasî güdülerle yapılan keyfî kamulaştırmaların sadece bir tehdit olmadığı, …yapılmakta olduğu” bir ülkede kimseye “yatırım güvencesi” sunulamayacağını, Almanya hükümeti olarak Alman yatırımcılara güvence veremeyeceklerini söyledi. Yani, sadece “gitmeyin” değil, “yatırım da yapmayın” dedi.

Buradan muhtemelen, fiilî tek adam iktidarının karşılaşacağı ilk büyük ekonomik yaptırımlar süreci doğacak. Avrupa Birliği fonları, Gümrük Birliği anlaşmasında Ankara’nın istediği geliştirmeler, vs. bundan böyle mücadele konuları.

"REHİNELER" SORUNU

Elbette bir de, 2017 yılında bir devletin, başka ülke vatandaşlarını “rehine almak”la suçlanması var. Frankfurter Allgemeine’nin 20 Temmuz tarihli haberinin başlığı, “Erdoğan’ın rehineleri”. Die Welt de haber başlığında, “Erdoğan Almanları rehine alıyor…” diye suçluyor. SPD lideri Schulz, “Türkiye’de Almanya vatandaşlarının Başkan Erdoğan’ın politikasının rehineleri haline gelmesi tehlikesi”nden söz ediyor. Almanya basını, Ankara’nın rehineleri kullanarak yaptığı “şantaj”ı mesele ediyor.

Gelişmeleri “Almanya Erdoğan’la yolları ayırıyordiye veren popüler sansasyon gazetesi Bild, yukarıda aktardığım, mülkiyet hakkının fiilen ortadan kaldırılmasına ilişkin ayrıntıların üzerinde durduğu gibi, “Yorum” köşesi yazarı Rolf Kleine’nin ağzından, “Erdoğan’ın … kalan son kuralları da çiğnediğini” ileri sürdü, Kleine, “Nihayet! Amma da uzun sürdü,diye başladığı yazısında, olduğu gibi aktarırsam başıma dert alacağım sözler etti. Özet: Yazar kabaca, gazetecilerin, rejimi eleştirenlerin hukuk ve yasa tanınmaksızın hapse atıldığını anlatmakta ve işte şimdi “Erdoğan’ın anlayacağı dilden” konuşulduğunu söylemektedir.

Ancak “rehine” kavramının devreye sokulması, bunun çok ötesinde bir durum. Uluslararası planda ele alınışı da, takınılacak tavırlar da, sadece hukuk ve yasa çiğnemenin kınanmasına benzemeyecek, muhtemelen yaptırım konusu olabilecektir.

Bu nedenle, Der Spiegel’in “kirli teklifdiye nitelediği hadisenin de üzerinden kolayca atlanamayacaktır. İddia, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanının, 15 Temmuz darbe girişiminden sonra Almanya’dan iltica isteyen iki generale karşılık hapisteki gazeteci Deniz Yücel’i serbest bırakmayı önerdiği. Dayanak, “Berlin”! Yani yönetim-siyaset çevreleri. Bild gazetesi bunu “dışişleri sözcülerinden biri” diye somutlaştırdı.

İlk olarak Bild’in ortaya attığı bu iddia Dışişleri Bakanı Gabriel’e soruldu. Gabriel, “Resmî bir değiş tokuş teklifinden haberim yok,” dedi. Alman basını elbette, buradaki nüansı hemen vurguladı: böyle bir teklif elbette “resmî” olmayacaktı, dolayısıyla, dışişleri bakanının “haberim yok” sözü, bu konuda telefon görüşmesi yapılmadığı, yazıların gelip gitmediği yollu ifadeleri kesin yalanlama yerine geçmiyordu. Bild’in haberini dayandırdığı dışişleri sözcüsü, “Böyle bir alışverişe elbette giremeyiz,” demişti.

Çarşamba günkü basın toplantısında Gabriel’in sözcülerinden birine bu “değiş tokuş” faslı soruldu. Sözcü, böyle bir teklifin varlığını inkâr etmedi, “insanlar üzerinden böyle aldın-verdin yapmak bizim için olacak şey değil” mealinde cevap verdi.

Velhâsıl, “rehine” meselesi çok büyüyebilir ve başka şeye benzemez.

OLAN BİTENİN İÇERİSİNDE "AKIL" ETKENİ

İşin “büyük politika”ya dair kısımları üzerine çok yazılacak çizilecek, postalar atılacak, mangallarda küller tükenecek, vs. Ben bazı küçük şeylere işaret etmek istiyorum.

Almanya hükümeti, vatandaşlarına “Türkiye’ye giderseniz çok dikkatli olun” uyarısı yaparken, “kısa süre için gelseler dahi” kendilerini mutlaka konsolosluk ve büyükelçilikteki listelere kaydettirmelerini, çünkü Almanya vatandaşlarının gözaltına alındığı durumlarda Almanya temsilciliklerinin “her zaman vaktinde haberdar edilmediğini” ve konsolosluk yetkililerinin bu vatandaşlarla ilgilenmelerine her zaman fırsat verilmediğini bildirdi. Niye? Çünkü tam da böyle yapıldı. Böyle yapılmasının, söz konusu Almanya vatandaşlarının gözaltına alınmasıyla amaçlanan her ne ise buna katkısı mı oldu? Hayır. Sadece “karşı tarafa koz” verilmiş oldu.

Bu, akılla ilgili bir mesele. Olan bitenin siyasî yönüyle uğraşıyoruz ya daha çok. Ben, işte, fazla adını koymadan, başka yönüne çevirmek istiyorum bakışlarınızı - kısa süre için.

Bu amaçla, Türkiye’nin Almanya’ya sunduğu, iş dünyasıyla, siyaset çevreleriyle, basınıyla bu Avrupa ülkesinde müthiş infiale yol açan “terörü destekleyenler” listesinden söz etmek istiyorum. Der Spiegel bunun haberini şu başlıkla verdi: “Türkiye, Daimler ve BASF’ı teröre yardımla suçluyor”.

Türkiye’nin verdiği listede altmış sekiz firma veya kişinin adı yer alıyor. Bu şirket ve kuruluşlar, Fethullah’çılarla bağlantılı olmakla suçlanıyor. Listede, Daimler ve BASF gibi büyük uluslararası şirketlerle birlikte, Kuzey Ren-Westfalya eyaletindeki bir sosis büfesiyle bir dönerci de bulunuyor.

Siyasetle mi, akılla mı, dünyadan bîhaberlikle mi ilişkilendirilmesi gerektiğinden emin olamadığım liste hadisesi, Berlin’de epey gürültü koparmış. Gürültünün büyük kısmının hayret nidaları ve kahkahalardan oluştuğu söyleniyor. Çünkü siyasetçiler dönercili, Daimler’li listeyi “saçma” ve “gülünç” bulmuşlar, Der Spiegel’e göre.

Aynı derginin bir başka haberine göreyse, sanayicilerin tutumu siyasetçilerinkine pek benzememiş: onlar fena öfkelenmişler. İhracatçılar Birliği Başkanı, “endişeye kapıldığını, kızdığını ve kişisel olarak hayal kırıklığına uğradığını” ilan etmiş.

Almanya Dışişleri Bakanı Gabriel, daha da uzun bir listeden söz etmiş. Liste meselesi, dönüp dolaşıp, yabancı yatırımcıların Türkiye’deki faaliyetlerinin güvence altında olup olmadığı konusuna dayanıyor. Ankara her an, “teröre yardım”la suçladığı birilerinin yatırımlarına, mülklerine el koyabilir görülüyor.

İşin bir de akılla ilişkili yönü var: Daimler ve BASF ile sosisçi ve dönerciyi aynı listeye koyup “bunlar FETÖ’yü destekliyor” diye Berlin’e sunduğunuzda sizin ne gözle görüleceğinizden bahsediyorum. Bu, bırakın itibar meselelerini, sahiden sonuç almayı uman birinin tavrı da olamaz. Bununla sonuç alabileceğini sanan ve alamayınca işi bütün dünyanın kendisine düşman olmasına, yeni Haçlı Seferi’ne bağlayan birileri… nasıl desem… nasıl birileridir?

Siyasî içerikten geçtim, şuna bakınca insanın diyebileceği tek şey: “kimlerin eline kaldık…”