YAZARLAR

Türkiye 'büyük devlet' olmak istiyor

Madem ki “Türkiye bir hukuk devletidir”, madem ki konu “Şu anda zaten yargıdadır” ve “Yargı onlarla ilgili ne karar verirse o karar bizim başımız gözümüz üstündedir”, o zaman bir önceki cümlede “Söylediğiniz kişi bir teröristtir…” yargısına nasıl varılmıştır? Hep söylendiği gibi yani: Bir devlet (hele de “Büyük devlet”) büyüğü hangi cenahtan, hangi etikten, hangi hayal gücünden esinlenmiş olsa da ülkesini yabancı diyarlarda “mahcup etmemelidir”.

“Büyük devletler” denilince akla gelenler malum: ABD, İngiltere, Fransa, Rusya, Çin. Bu devletler -son ikisi hariç- demokratik anayasal düzenlere sahip. ABD mesela, iç işlerinde demokrasinin olabildiğince iyi işlediği bir ülke. İngiltere ve Fransa da böyle. Ancak içeride demokrasiyi ve dolayısıyla özgürlüklerin varlığını inkâr etmeyen bu ülkeler sıra “dışarıya” gelince ruh değiştirip bambaşka ilkelere sarılıyorlar. Özetle dünya böyle “ikiyüzlülük”ün hüküm sürdüğü bir dünya. ABD’nin bugüne kadar Ortadoğu’da çevirdiği dolapları yapıp ettiklerini hatırlayın. Milyonlarca insanın yerlerinden edilip katledilmesi tabii ki onun günah defterine yazılacak. Fransa’nın Hollande-Macron derken Afrika’da çevirdiği dolapları hatırlayın. İngiltere keza…. Hani derler ya, bu devletlerin işin bu yönü açısından “yatacak yerleri” gerçekten yok. “Rusya ve Çin’e laf yok mu?” gibi bir soru akla geliyorsa, bunlar ayrı bir kategori çünkü bunların “Batı’nın değerleri” dediğimiz türden konularda zaten dertleri ve iddiaları yok. Kabaca sınıfladığımız bu dünya gerçekten de Hamburg sokaklarını dolduran yüz binlerce göstericinin işaret ettiği gibi “kötü” bir dünya.

“Büyükler” dünyasına katılabilmek için ülke içi ile yetinmeyip ellerin mutlaka başka diyarlara uzanmasının şart olduğu malum. Pekiyi, bu tablo karşısında Türkiye’nin durumuna gelince neler söylenebilir?

Türkiye de bir zamandır (ama yakın bir zamandır) “büyük devlet” olmak istiyor. Biraz toparlanır gibi olduğu dönemden beri bunu arzuluyor. Bu açılışta ekonomik çıkarlar tabii ki mevcut; ancak Ortadoğu ve Afrika’ya yönelik niyetler ve arzular bu alanı aşan nitelikte. (Yakın zamana kadar Afrika’nın yolunu bilmeyen Türkiye’nin aniden bu kıtaya yaptığı diplomatik temsilcilik harekâtını hatırlayın.) Dolayısıyla Türkiye de artık orta ölçekli bir ülke olmaktan çıkıp -şimdilik yetişebildiği kadarıyla- dünyada olup bitenlere ilişkin kendisinin de söz sahibi olan bir ülke olduğu iddiasında. Cumhurbaşkanının epeyce zamandır tekrarladığı -ve memleketin medyası tarafından bizim icadımız gibi sunulan -“Dünya beşten büyüktür” özdeyişi de bu hamlenin bir örneği olsa gerek. Yani “dünyada – şimdilik yetişebildiğimiz kadarıyla- olup bitenler artık bizden de sorulur” tutumu ve tavrı…

“Devlet büyüklerimiz”in en büyüğünün yurtiçi ve yurtdışında karşılaştığı "büyük devlet” büyükleriyle baş başa geldiğinde karşılaştığımız “oturuş tarzı”na ilişkin görüntüyü hatırlıyorsunuzdur muhakkak. Mutlaka “bacak bacak üstüne atılarak” oturulacak! Ama dikkat edin, “içeride” asla böyle bir görüntü söz konusu değil. “İçeri”de başka türlü, çünkü muhafazakar adab-ı muaşerette “bacak bacak üstüne atmak” hoş görülen bir davranış değildir. (Siz hiç Erbakan ya da Kutan’ın bu türden görüntüleriyle karşılaştınız mı hiç?)

“Çok mu önemli bir ayrıntı bu şimdi?” demiyorsunuzdur umarım. Diyorsanız eğer, size, bir zamanlar Ecevit’in Oval Ofis’te ABD Başkanı’nın karşısında kendine has duruşunun arkası kesilmez biçimde nasıl alay konusu olduğunu hatırlatırım.

Şimdi öyle değil; şimdinin “modası” koltuğa olabildiğinde yayılarak bacak bacak üstüne atmak…

“Büyük devlet” konusuna dönecek olursak: Sözünü ettiğim oturuş tarzı bir başkanı (ve de Devleti’ni) “büyük” yapmaya yeter mi? Sadece oturuş tarzı değil, bir “devlet büyüğü”nün açıklamalarda bulunmak üzere gazeteciler karşısına geldiğinde, soru sahiplerine “senli-benli” hitap etmesi de kimseyi büyütmez. Yakınında olanlara yönelik alışık olduğu hitap tarzının kendisine soru yönelten kişilere de uygun bulması tabii ki “büyüklük”ün değil “aşırı samimiyet”in bir sonucudur. Yeri gelmişken bu fasılla ilgili olarak “argo” (hem de ağırından!) sözcüklerin “Büyük Devlet”in temsilcileri tarafından sarf edilmesinin de hiç mi hiç hoş karşılanmadığını ve sözün sahibi gibi temsil ettiği devleti büyütmediğini eklemeyi de unutmayalım. Vazgeçtik “Büyük Devlet”den herhangi bir devlet büyüğünün ağzından duyanları hemen o dakika “yanlış duydum mutlaka” dedirtmemesi imkansız olan “sıkar!” gibi bir sözcüğün çıkması, devleti büyültür mü/küçültür mü siz karar verin…

Peki ya benzer bir toplantıda ülkesindeki bir siyasi partinin eşbaşkanı ve milletvekili hakkında dile getirilen “ne zaman çıkacak?” sorusuna cevaben “Türkiye bir hukuk devletidir” diye başlayıp lafın arkasını “Söylediğiniz kişi bir teröristtir. Öyle bir terörist ki bütün benim Kürt kardeşlerimi sokağa döküp ondan sonra 53 Kürt kardeşimi yine Kürtlere öldürten bir teröristtir. Bu sadece suçlarından bir tanesidir. Buna benzer daha nice suçları vardır. 'Bizim arkamızda  PKK var, PYD var, YPG var' gibi meydan okuyan bir kişidir” diyerek getirmek neyin nesidir? Bu sözlerin tekrar “hukuk devleti” hatırlanarak şu şekilde bağlandığını da aktaralım: “Şu anda zaten yargıdadır. Yargı onlarla ilgili ne karar verirse o karar bizim başımız gözümüz üstündedir"

Bu tablo karşısında insan sormadan edemiyor: Madem ki “Türkiye bir hukuk devletidir”, madem ki konu “Şu anda zaten yargıdadır” ve “Yargı onlarla ilgili ne karar verirse o karar bizim başımız gözümüz üstündedir”, o zaman bir önceki cümlede “Söylediğiniz kişi bir teröristtir…” yargısına nasıl varılmıştır?

Hep söylendiği gibi yani: Bir devlet (hele de “Büyük devlet”) büyüğü hangi cenahtan, hangi etikten, hangi hayal gücünden esinlenmiş olsa da ülkesini yabancı diyarlarda “mahcup etmemelidir”.

Dönelim tekrar “büyük devlet” meselesine: Dikkat ederseniz, Türkiye’nin (tabii ki Davutoğlu’nun senaristliği ile geliştirdiği) Ortadoğu politikası sanki, bu ülkede yaşayan milyonlarca vatandaşın bu konuyla en ufak bir ilgileri yokmuş gibi yürütülmüyor mu? Onların nabzını tutmamak, bu büyük cenahı (“Millet” yani!) bu tür işlerin ehli görmeden sürekli “şehit olmaya” çağırmakla yetinmek, mesela Afrin’e nasıl girileceğini ve nasıl çıkılacağından hiç mi hiç söz etmemek ve tabii ki en önemlisi olarak bir ülkeyi savaşa sokmanın ne demek olduğu, “savaş”ın nasıl bir şey olduğu bahsini hiç mi hiç açmamak…

Biliyoruz ki Türkiye, (ne mutlu ki) milyonlarca insanın can verdiği İkinci Dünya Savaşı’na katılmamasından dolayı bugün Avrupalıların çok aşina oldukları “savaş karşıtlığı” ve “pasifizm” gibi akıldan çıkarılmaması gereken değerlerden epeyce uzaktır. Türkiye’de halkın yaklaşmakta olan büyük felaketi olması gerektiği gibi ciddiye almamasının başta gelen nedenlerinden birisi bu “uzaklık” olsa gerek. Osmanlı fetihlerinden başlayarak “Millet”in sergilediği kahramanlıkları sıralayan ve göklere çıkaran bir “ideolojik aygıtlar ağı” ne yazık ki bugün Batı’da gözlendiği gibi artık toplumun büyük kısmının “artık savaşmak istemeyen” bireylerin çoğunluğa erişmesini engellemiş ve nihayet hamasi nutukların dinleyicisinin hiç de azımsanmayacak sayıda olduğu bir ülke haline dönüştürmüştür.

Peki bu entelektüel bagajımızın sığlığına ilaveten Suriye başta olmak üzere asabi mi asabi bir Ortadoğu politikamızla, Çavuşoğlu’nun gözetimine emanet edilmiş bir “Kıbrıs görüşmeleri” ile yol alarak Türkiye’nin de “Büyük Devletler” arasına girmesi mümkün mü?

“Mümkün” demek için sadece bugünden değil “tarih”ten de haberdar olmak gerekmiyor mu? Onun için varın “Büyük Devlet” hülyasından vazgeçelim. Günümüzü söylevler dinleyerek geçirmek yerine gözümüzü ülke içine çevirerek, ekonomik ve sosyal hayatımızı daha yoluna sokmaya çalışan “mütevazi” bir devlet olmaya yönelelim derim. Unutmayın “tevazu”dan kimseye zarar gelmez…