YAZARLAR

Musmutlu bayramlar, copcoşkulu insanlar, güpgüzel zamanlar...

Artık, “eski bayramlar” yok. Onun yerine, “musmutlu bayramlar” var. Lütfen bu gerçeği kabul edelim, musmutsuz günler geçirmeyelim.

Bugün bayram. İnanan, inanmayan, umursayan, umursamayan, gelenekleri seven ya da modernlikten ölen herkes için bayram. Uzakları yakınlaştırma, küsleri barıştırma, insanları buluşturma ve sevenleri coşturma gibi mucizevi olaylar beklenen gün.

Çocukluk anılarınızı kurcalarsanız, içinden mutlaka, bayram harçlıkları, misafir gelene kadar kapısı kapalı duran misafir odaları, yeni kıyafetler, rugan ayakkabılar çıkacaktır. Biraz daha kurcalayın...

Aklınıza, dakikaların bir türlü ilerlemediği bayram ziyaretleri, seri el öpmeler, kolonya dökmeler, sıkıntıdan yerdeki halının motiflerini incelemeler, bayram harçlığının tamamını şekere, sakıza, çikolataya, patlayıcı maddelere harcamalar, bu şuursuz harcama akabinde büyüklerden fırça yemeler, baklavalar, börekler, çılgınca içilen çaylar, kaş ve göz marifetiyle verilen anne komutları da gelsin.

Ne günlerdi değil mi? Anılarınız gözünüzde iyice canlandıysa, şimdi izninizle her bayram mutlaka sorulan soruyu sorayım: “Nerede o eski bayramlar?”

Bu, bir sorudan çok, sitemkâr bir taşlama, bir tür serzeniş aslında. (Galiba, hayatımda ilk kez, içinde “serzeniş” geçen bir cümle kurdum şu anda.)

Herkes, eski bayramların nerede olduğunu biliyor bence. Bu nedenle hesap sorar gibi, “Nerede o eski bayramlar? Az önce şuraya koymuştum, kim aldı bayramları?” tonlamasıyla sorulmuyor. Sonunda soru işareti yok yani gerçekte. Önce derin bir iç çekiş, ardından da üç noktayla biten bir hüzün: Ah, nerede o eski bayramlar...

Eski bayramların nerede olduğunu açıklıyorum: Bitti onlar. Ne zaman bittiğini de söyleyeyim: Birileri “Musmutlu bayramlar!” dediği gün.

Eskiden, anneleri hafiften bunalıma sokan bayram temizliğiyle, samimi (ya da yalandan) kucaklaşmalarla, şeker koması ve mutluluk patlaması arasında gidip gelen çocuklarla, “Havalar da bir sıcak, bir soğuk yahu!”larla, “Yok, yemeğe kalmayalım, daha buradan yengemlere gideceğiz.”lerle bayramlar akıp gidiyordu.

Herkes, bayram ziyaretine gidip bir tatlı huzur alıyor, ertesi gün yapılan “iade-i ziyaret”te o aldıkları tatlı huzuru geri veriyordu.

“Bayramınız kutlu olsun.”, “Cümleten, bayramınız mübarek olsun.” ve “İyi bayramlar.” havada uçuşuyor, herkesin bayramı sorunsuz geçiyordu.

Sonra sinsice iliklere işleyen “farklı olma” kaygısı, bazı insanları esir aldı. “Herkes gibi” olmamak için yapılan hummalı çalışmalar, yavaş yavaş meyvelerini vermeye başladı. Normal bayram kutlaması yapmak, aniden utanç verici hale geldi.

“Herkese şeker tadında bayramlar!” işte tam bu günlere denk geliyor. Yaratıcı kutlama mesajlarının öncüsü kabul edebileceğimiz “şeker tadı”, çok büyük rahatsızlık vermedi. Eski bayramlar, bu samimiyetsiz darbeye rağmen, varlığını sürdürdü.

Bir gün, sözlükte bulunan bütün kelimeler bitti ve “musmutlu” doğdu. Dünyanın en itici, en saçma, en gereksiz kelimesi olarak hızla hayatımıza girdi.

Doğum günlerinde “musmutlu yaşlar” dilendi, yeni evlenenlere “musmutlu ömürler” uygun görüldü. “Musmutlu yıllar”, “musmutlu sabahlar” yetmedi, şu zavallı kulaklarımız, “musmutlu yolculuklar” dileğini bile duydu.

Her konuda yeterince bölündüğümüz yetmiyormuş gibi, insanlar hemen “musmutlu”yu sevenler ve sevmeyenler olarak ikiye bölündü.

Bir tarafta “Dil, yaşayan bir organizmadır. Onu insanlar yaşatır, geliştirir. Yani dilimize böyle şipşirin, yepyeni bir kelime eklemenin nesi yanlış?” diyenler çıktı. Öbür tarafta da “musmutlu”yu duyunca, karşıdakinin ağzına kürekle, terlikle (artık o anda eline ne geçerse, onunla) vurmak isteyenler. (Ben, bu ikinci gruba dahilim ama şiddete karşı olduğum için, kimseyi dövemiyorum.)

İnsanlar böyle tartışırken, bir bayram günü korkulan oldu ve birileri, “Musmutlu bayramlar!” dedi.

Toplum buna hiç hazır değildi. O ana kadar herkes kutlu, mübarek ve iyi bayramlara alışıktı. “Çok mutlu” bir bayram geçirmeyi deneyebilirlerdi ama bayramı nasıl “musmutlu” hale getireceklerini bilmiyorlardı.

Bu olaydan sonra, bazıları eve kapandı. Bayram ziyaretleri azaldı (bazıları için azalarak bitti). “Musmutlu” olma arayışı yüzünden, hızla tatile koşmalar başladı. Memlekette bitmeyen bayram trafiğinin, yurt dışı bayram turlarının, dolup taşan havaalanlarının, tren garlarının sebebi bu.

“Bayramda musmutlu olmalıyım!” mecburiyeti doğdu çünkü. Tatile gitmeyenler, toplumdan dışlandı. Dört günlük bayram tatilinin, iki gününü yollarda çile olarak heba edenler alkışlandı. Bayram dönüşü bronz tenli olmayanlara, iş yerinde kem gözle bakıldı.

Bayramlar, sosyal medyadan, deniz kenarındaki ayaklar eşliğinde kutlandı. Yurt dışına gidip, oranın en ünlü kalesi ya da kulesinin yanından fotoğraf paylaşmamak ayıp sayıldı.

El öpenlerin, kolonya tutanların, çay tazeleyenlerin yerini, eğik Pisa Kulesi’ni itenler, güneşi iki parmağının arasında tutanlar, Eyfel’i avcunun içine alanlar, çeşitli heykellerle öpüşenler, havuzda şemsiyeli kokteyl içenler aldı.

Artık, “eski bayramlar” yok. Onun yerine, “musmutlu bayramlar” var. Lütfen bu gerçeği kabul edelim, musmutsuz günler geçirmeyelim.


Reyya Advan Kimdir?

Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden mezun oldu. 13 yıl, İstanbul’da çeşitli uluslararası reklam ajanslarında, reklam yazarlığı yaptı. Çocuk hikâyeleri ve masallar yazdı. İstanbul’un trafiğine ve nem oranına daha fazla dayanamayarak, Ankara’ya geri döndü. 2009’da, Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde öğretim görevlisi oldu. Reklamcılık, yazarlık, sunum teknikleri gibi alanlarda dersler veriyor. Kurbağalara olan abartılı ilgisi dışında, normal bir insan.