YAZARLAR

Çomar I

Siz siz olun kimseye Çomar demeyin. Çünkü o, kahraman bir isyancı aslında.

Siz siz olun kimseye Çomar demeyin. Çünkü o, kahraman bir isyancı aslında.

Temmuz iki bin on dörtte twitter hesabımı iki arkadaşa teslim ettim. Şifreyi verirken “Doçent oluncaya kadar geri vermeyin” diye tembihledim. Herkese Karşılaştırmalı Edebiyat dedim, ama aslında Kürt Dili ve Edebiyatından başvurdum. Dereceyi alacak ve “el koymaya çalıştığınız bölümlere geçmeyeceğim” diyecektim.

Sonra bir şeyler oldu, ortalık karıştı, sonuçlar gecikti, sonunda yirmi altı Aralık iki bin on altıda Doçentlik Bilgi Sistemi’ne (DBS) “Eser Sonucu” düştü. Ayıptır söylemesi, beşte beş ile geçmiştim. Birkaç hafta içinde sözlü jüri toplanacaktı. Ama sonuçtan on bir gün sonra, gece yarısı halı sahada gol üstüne gol atarken, bilmem kaç numaralı bir KHK ile ihraç edildim. O dert değil, ama doçentlik başvurum ve dahi sonucum da DBS’den uçuverdi. Birkaç haftaya jüriye girerim diye beklerken Adnan Satıcı’nın “hiç yaşamamış ve hiç ölmemiş gibiyim artık” dizesini hatırlatır şekilde hiçbir akademik çalışma yapmamış gibi kalakaldım. Yazdığım makaleler, kitaplar, aldığım dil puanları, verdiğim dersler, yürüttüğüm proje ve tezler yokmuş meğer! Aslında yokluk kulağa fena da gelmiyor. Yaşasın solipsizm ona bakarsan! Aklıma Met-Üst’ün atasözü hükmündeki lafı da geliyor: “Düşünüyorum, o halde VAR’ım. Düşünmüyorum, o halde YÖK’üm!”

Bir hak gaspı bu. Tamam, memuriyetten at da akademik derece ile memuriyetin ne alakası var hacı? Herhalde “Dîvân”a kalmaz bu iş. Neyse, söz nereye geldi, ne diyecektim? Hah, Twitter kullanırken bir “çomar” lafıdır uçuşup duruyordu, devam ediyordur herhalde. Özellikle karşıt kamplarda olan kişiler birbirlerini “Orta Asya çomarı”, “Mezopotamya çomarı”, “Ak çomar” diye niteleyip duruyordu. Peki çomar ne ya da kim?

Çomar sözcüğüyle ilk karşılaşmam, Batman Altmışıncı Yıl Cumhuriyet Ortaokulu, birinci sınıfında başlar. Üç dergi alıyorum: Milliyet Çocuk, Tercüman Çocuk ve Türkiye Çocuk. Milliyet Çocuk dergisinde bir çizgi dizi vardı. Adı: “Hızlı Hafiye Çomar.” Hafiyemiz bir köpek olarak çizilmiş. Bizim hafiye kılı kırk yaran bir dikkatle olayların iç yüzünü ortaya çıkarıyordu. Sonra Yapısalcılar gibi dedektif romanlarına ilgi duymamın bir nedeni bu olmalı. Ernest Mandel aklıma geldi şimdi. Mealen ne diyor “Hoş Cinayet” kitabının girişinde: “Benim gibi Marksist bir kuramcının böyle ucuz edebiyat takip etmesini yadırgamayınız!”

Yıllar sonra İlhan Berk’in “Bir Halk Ayaklanması Notları” şiirinde “Ben Üsküdar cenginde / Sağ cenahı tutan / Çomar Bölükbaşı. / İzoli Kürdi kabilesindenim / Van dağlarında adım söylenir” dizeleriyle karşılaşınca beni bir meraktır aldı. Bu şiir bin dokuz yüz kırk yedide yazılmıştı. Cumhuriyet sonrasında Kürt sözcüğünü kullanan dördüncü ya da beşinci şiir. Peki Çomar Bölükbaşı kimdi?

Evliya Çelebi, bir seyyaha yakışır şekilde yorgun argın menziller aşıp bin altı yüz kırk dokuzda İstanbul’a varınca cümle Osmanlı askerinin Gürcî Nebî, Katırcızâde ve Çomar Bölükbaşı’nı takip ve dahi tedibe çıkmışken bunların yüz bin Celâlî ile Üsküdar şehrinin etrafındaki bağlara hendek kazdıklarını öğrenir. Okuyunca ben de öğrendim; meğer Çomar Bölükbaşı bir Celalîymiş.

Evliya Çelebi, “Seyahatnâme”sinde olan biteni anlatır: Asker-i Osmanî topları kirpi gibi yan yana dizer. Binlerce cünd-i Müslimîn “Allah yekdir yek” nidalarıyla cenge tutuşurlar. Osmanlı askeri daha Öztürkçeci, gerçi yek Farsça-Kürtçe ama! Zaten Osmanlı’da Türkçe ezan da var ona bakarsan. Ignác Kúnos, İstanbul’da Türkçe ezanı duyar ve aktarır: “Yoktur tapacak, yoktur tapacak, Çalapdur ancak!” Neyse, kırk pare gemi ve beş bin asker İzmit Boğazı ile Pendik, Kartal, Darıca ve Heleke yollarını tutar.

Celalîler akın akın Üsküdar’a ilerler. Sultana samur kürk giydirip başına mücevher taç takan zamanın danışmanları ise, dua ve sena ile “Serdârı ekremim ve çârhacı vezîri mükerremimsin. Yürü talî‘ai askeri İslâm'ım ol. Allah işin âsân getire!” deyü seferi başlatırlar. Abhaz, Çerkes ve Gürcü atlılarıyla Hersek sınırı gazileri tam takım hazır edilir. Velhasıl “mübalâğa cenk olundu.”

Evliya Çelebi, küffara karşı ordunun böyle hazırlandığını yazar, ama “Celalîlerin dahi İslâmdan olduğunu” söylemek zorunda kalır. Resmi tarih böyle bir şey!

Savaş sahneleri, bir tür edebî etkinlik gibi anlatılır. Eli mercan tespihli, “nârin pabuç giyer çelebiler” savaşı seyre gidip Kâğızhâne, Okmeydânı, Karaca Ahmed Sultân Tekyesi ve Miskinler Tekyesi civarında gezintiye çıkar, hevâyî fişek atar, top oynar, murabba, dübeyti, taksîm ve varsağı okuyup türlü türlü şakalar ederlermiş.

Ama savaş, bu ince ruhlu şehrîlerin (İstanbullular) edebî hülyaları gibi değildir. Can pazarında, birbirini paralayan bir erkek denizi vardır. Evliya Çelebi savaş sahnelerini öyle ustalıkla anlatır ki, Ertuğrul, Kuruluş, Muhteşem Yüzyıl, Söz, Tek Türkiye, Sungurlar, Mançurlar vb. dizilerin senaristleri solda sıfır kalır. Bu senaristlerin taşkın millî ruhu yoktur savaşta. Bazı şeyler hiç değişmiyor dedik ya, bakın mesela savaşı izleyip mangal yapanlar da var, üstelik şâhrâh (otoban!) kenarında da değil, tam üstünde: “Niçesi ol izdihâmda şâhrâh üzre oturup pasâtırma ve sucâyık ve kaşâkaval panayırı ve kestâne ve leblebi ve fındık ve fısdık tenâvül ederler.”

Şehrî zarifler her gün Üsküdar’ın karşı kıyısında oturup savaşı seyrederler. Bir tür eğlencedir bu. Savaşa giden asker ve rütbelilerle alay ederler. Yani adını andığım dizilerdeki ortaokul piyesi zekâsı gibi bir durum yok ortada: “İhtimâlcileri miskînler mezâristânı sedlerinde sengi mezârlar üzre ferrâcelerin altlarına koyup kimi gemi meymûnu gibi oturur, kimi kazığa urulmuş gibi ayakların sarkıdup oturur ve âyende vü revendeye ta‘n-âmîz nükteler ile zebân-dırâzlık edüp gözüne kestirdiği cenge giden âdemlere ve niçe a‘yân [u] eşrâfa ‘Ağa uğurlar olsun ve gâzânız kutlu olsun. Bolay kim evine oğlanın ile bir baş göndereydin’ der. Biri dahi ‘Ağa sen bunun sözüne bakma ve tehlikeye kendini atma. Bu cenk yerinde baş çok olacakdır. Bir baş satın alup ehline geçüp bir baş ile var’ der. Ba‘zısı ‘Ağa gâzân kutlu olsun. Bolay kim şu gazâda sana şehâdet müyesser ola.’ Ba‘zısı garîb âdemdir, ‘Allah versin şehîdliği’ der. Ve kimi dahi ‘Ağa bu silâhı bît bâzârından âriyetî mi aldın’ der. Biri ‘Yok şirdenzâdeden ödünç aldı’ der (…) Kimi ‘Ağacığım gayret eyle, boklu şehîd olmayup hür şehîd olup dîn uğuruna sağ gelmeyesin!’der.”

Haftaya devam edeyim de siz siz olun kimseye Çomar demeyin diyeyim şimdilik. Çünkü o, kahraman bir isyancı aslında. Efendiler adını kirletmek için türlü şeyler yaptılar. Bize de onu yeniden hatırlamak ve hatırlatmak düşer.

BİR GÜN

Bir kısmı misafir olan birkaç arkadaşla Amed’de, büyük bir bahçesi olan bir meyhaneye gittik. Garson, dalgın ellerle masayı topladı. Ona söylenen şeyleri göz teması kurmadan duydu. İçeri geçip döndükten sonra mezeleri, salatayı masaya dizerken şöyle dedi: “Birazdan ara sıcaklar da gelir. Siz şimdi bunları komünal bir şekilde yiyin!” Misafirlere dönerek şöyle dedim: “Halkımızı bu kadar bilinçlendirmeyecektik!”


Selim Temo Kimdir?

27 Nisan 1972’de Batman’ın Mêrîna köyünde doğdu.2000 yılında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Etnoloji Bölümü’nden mezun oldu. 1997’de Yaşar Nabi Nayır Şiir Ödülü, 1998’de Halkevleri Roman Ödülü’ne değer görüldü. Yüksek lisansını (“Cemal Süreya Şiirinde Bedenin Yazınsallaşması”) ve doktorasını (“Türk Şiirinde Taşra: 1859-1959”) Bilkent Üniversitesi Türk Edebiyatı Bölümü’nde tamamladı. 2009’da Mardin Artuklu Üniversitesi’nde yardımcı doçent olarak çalışmaya başladı. 2011’de, Exeter Üniversitesi’ndeki (İngiltere) Centre for Kurdish Studies’de konuk hocalık yaptı. Hrant Dink Vakfı tarafından “dünyada, geleceğe dair umudu çoğaltan kişiler”den biri sayılarak “2011’in Işıkları” arasında gösterildi. Radikal gazetesinde başladığı köşe yazarlığına (Kasım 2013-Kasım 2014), Ocak 2017’den beridir Gazete Duvar’da devam ediyor. Dört Türkçe iki Kürtçe şiir kitabı, bir romanı, iki antolojisi, 12 çocuk kitabı, yedi roman-öykü çevirisi, iki şiir kitabı çevirisi, bir çevrimyazısı, bir gazete yazıları ve iki edebiyat kuramı kitabı yayımlandı. 6 Ocak 2017’deki 679 sayılı KHK ile üniversiteden ihraç edildi. Amed’de yaşıyor.