YAZARLAR

Büyük yanılgı

Türkiye’de 2000’ler boyunca uygulanan ekonomik model 2002-2007 arasında ne kadar kırılgansa şimdi de o kadar kırılgandır. Bunun derecesini artıran ya da azaltan büyük ölçüde uluslararası gelişmelerdir. Hatta OHAL olmasaydı, 2016 sonu ve 2017 başındaki ekonomik sıkışmayı bir süreliğine de olsa atlatmak bu kadar kolay olur muydu emin değilim.

Liberalizmin temel tarih okuması kabaca şöyle: kapitalizmin gelişimi, demokrasi, hukukun üstünlüğü ve insan haklarının gelişimiyle el ele gider. Bu argüman ana akım siyaset biliminin olduğu gibi, 1945 sonrası ortaya çıkan kalkınma çalışmalarının da temelidir. Türkiye’de bu argümanın alıcısı çok. Soldan ya da sağdan pek çok önemli isim, piyasa ilişkilerinin gelişimi ile birlikte demokrasinin de gelişeceğine inanıyor.

Özellikle AKP dönemi, bu yaklaşımın Türkiye’deki siyasal analize tam anlamıyla hakim olduğu bir dönem oldu. Bu hakim yaklaşıma göre, 2002-2007 arasındaki AKP’nin ilk dönemi ekonomi ile demokrasinin el ele gelişimine verilebilecek en güzel örnekti. Ancak 2007 sonrasındaki “demokratik duraklama” nedeniyle ekonomide işler kötüye gitmeye başladı. “Kapsayıcı olmayan kurumlar” ekonomik gelişmenin önünde engel olmaya başladı. Aşağıda, bu yaygın kanıya itirazlarımı sıralamaya çalışacağım. Bu tartışmayı iki nedenle önemsiyorum. İlki, muhalif kesimler arasında bu yanılgının hakim olması, stratejik açıdan sinizmi ve apolitikliği yeniden üretiyor. İkincisi, insanları güçsüzleştirerek, olası bir ekonomik krizi bir kurtarıcı olarak görmelerine yol açıyor.

BÜYÜK YANILGI

Yukarıda kısaca özetlediğim argümanın temel yanılgısı, kapitalizm ile demokrasi arasındaki (eğer varsa) durumsal (contingent) ilişkiyi, yapısal olarak görmesi. Oysa kapitalizmin varlığı, zorunlu olarak demokrasiyi gerektirmez. Ancak bu, kapitalist üretim tarzı hüküm sürerken demokratik kazanımların gerçekleşemeyeceği anlamına gelmiyor. Kritik olan, bu demokratik gelişmenin sistemin işleyişinin zorunlu bir sonucu olmadığı.

Bir diğer önemli husus şu: demokratik gelişme, genellikle alt sınıflardan gelen toplumsal hareketlerin mücadelesi ile gelişmiştir. Alt sınıflardan gelen taleplerin yönetici sınıflar içindeki (ekonomik ve siyasi elitler arasındaki) kavgada işlevli olması durumunda bu kazanımlar daha kolay elde edilebilir. Ancak bunlar, zorunlu olarak kapitalist gelişme ile demokratik gelişmenin ele ele gideceği sonucunu doğurmaz.

TÜRKİYE BAĞLAMI

Kısacası, kapitalizm ve piyasa ekonomisi gelişirse demokrasi de gelişir gibi bir otomatizm yok. Örtük de olsa, böyle bir otomatizmin varlığına inanmak, siyasi analizlerde büyük yanılgılara yol açıyor. 2000’lerin başında, AKP’nin araçsal olarak kullandığı AB’ye üyelik sürecini hararetle destekleyen liberal yaklaşımlar, bu yanılgıdan mustaripti.

Şüphesiz, bu tartışma Türkiye bağlamında, tarihsel olarak uzun uzun yapılabilir. Zira Türkiye için ana akım tarih okuması da bu büyük yanılgıdan mustariptir. Türkiye’de neden yeteri kadar demokratikleşemedi sorusuna, güçlü devlet geleneği yanıtı verilir. Aynı şekilde, bu yaklaşıma göre, ekonomik gelişmenin istenilen düzeyde olmaması da ceberut devlet nedeniyledir. Yine aynı nedenle “Batı tipi” bir burjuvazi gelişememiştir. Bu nedenle de demokratik değerler yeterince yerleşememiştir. Bu argümanın ciddi eleştirileri akademik yazında yapıldı. Bunları tartışmak bir başka yazıya kalsın. Şimdilik son dönemdeki tartışmaya dönelim.

15 Temmuz’daki başarısız darbe girişimi sonrasında ilan edilen Olağanüstü Hal’in (OHAL) ekonomiye etkileri açısından bu tartışma yeniden gündeme geldi. Büyük yanılgıdan mustarip görüşler şunu söyledi: siyaseten OHAL varken, ülke otoriterleşirken ekonomi de kötüye gidecek. Zira kapsayıcı kurumlar, demokrasi, hukukun üstünlüğü ve insan haklarına saygılı bir devlet yapısı ve siyasal kültür olmazsa ekonomi gelişemez.

Bu yaklaşımı savunanlar özellikle 2002-2007 arasındaki AKP’nin altın yıllarını 2007 sonrası ile karşılaştırarak, ikinci dönemin ilk döneme göre her açıdan çok daha iyi olduğu yargısına varıyorlar. Güven Sak bu argümanı sarih bir şekilde özetlemiş: “OHAL’de idari kararların üzerindeki hukuki denetim tamamen kalkmaktadır. Keyfilik kural olmaktadır. Bu kötüdür. Yatırımcı iştahı açısından baktığınızda, idari kararları yeniden yargı denetimi altına almak için atılacak her adım iyidir.”

STRATEJİK SEÇİCİLİK

Durumu daha netleştirmek için şu soruyu sormalıyız: hukuki denetimin ortadan kalktığı, keyfiyetin hakim olduğu bir durumda yönetimlerin elleri tamamen serbest midir? Hayır. En koyu diktatörlükte dahi yönetimler ekonomik anlamda aklına estiğini yapamaz. Peki keyfiyetin hakim olduğu bir ortamda yönetimlerin hareket alanını sınırlayan nedir? Basit olarak söylersek ekonomik büyümenin sürdürülmesi zorunluluğu, her yönetimi bağlayan bir kısıttır. Ekonomik daralmanın yaşandığı hatta daralma olmasa da uzun süreli bir durgunluğun olduğu bir ortamda yönetimlerin değişmesi kaçınılmazdır.

Dolayısıyla, keyfiyetin hakim olduğu bir ortamda, bu keyfiyet sistematik olarak sermaye lehine kullanılır. Bu stratejik bir seçiciliktir. İktidarın doğası bunu gerektirir. Yasaklanan grevlere, yatırımcıların önünü açmak için kullanılan KHK’lara, sicil aflarına, vergi kolaylıklarına, kredi teşviklerine ya da firma kurtarmalarına bakıldığında bu daha iyi anlaşılabilir. Zira Cumhurbaşkanı, TÜSİAD Yüksek İstişare Toplantısı’nda bunu veciz bir şekilde ifade etti: “OHAL konusundaki endişelerinizi anlamıyorum. OHAL bugüne kadar işadamlarımızın, sanayicilerimizin neyini engelledi?” Cumhurbaşkanı, benzer vurgularını MÜSİAD toplantısında da yineledi: “OHAL girişimcilerimizin yatırımcılarımızın önünü mü kesiyor, önünü mü açıyor? Eski OHAL'leri bir hatırlayın, patronlar içeri giremezdi. Biz geldik kapınızı açtık… Bugüne kadar hangi işadamımızın işi hakkı hukuku OHAL'den dolayı zarar görmüştür?”

***

Yukarıdaki yazdıklarımdan, “yapılanlar doğrudur, OHAL’i destekliyorum, bu dönemde ekonomik bir sorun da yaşamayız” anlamı çıkmasın. Keşke, bu hakim argümanın savunduğu gibi bir otomatiklik olsaydı da, kapitalizmin yayıldığı tüm coğrafyalar aynı zamanda demokrasiyle de buluşsaydı!

Oysa Türkiye’de ekonomi bıçak sırtında ve bu köşedeki yazılarımda mevcut sorunlara mümkün olduğunca işaret etmeye çalışıyorum. Söylediğim şu: Türkiye’de 2000’ler boyunca uygulanan ekonomik model 2002-2007 arasında ne kadar kırılgansa şimdi de o kadar kırılgandır. Bunun derecesini artıran ya da azaltan büyük ölçüde uluslararası gelişmelerdir. Hatta OHAL olmasaydı, 2016 sonu ve 2017 başındaki ekonomik sıkışmayı bir süreliğine de olsa atlatmak bu kadar kolay olur muydu emin değilim. İtirazım, demokratik gelişmeyi kapitalizmin bir sonucu olarak gören ve “Türkiye’ye yabancı yatırım gelmesi için demokrasi, hukuk devleti olmalı, yoksa kriz çıkar” şeklindeki  "yatırımcı demokrasisi" argümanına.

Mevzu nazik, itirazlar da gelecektir muhtemelen, fırsat buldukça tartışmayı sürdüreceğim.


Ümit Akçay Kimdir?

Doç. Dr. Ümit Akçay, 2017 yılından bu yana Berlin Ekonomi ve Hukuk Okulu’nda (Berlin School of Economics and Law) ders vermektedir. Daha önce İstanbul Bilgi Üniversitesi, ODTÜ, Atılım Üniversitesi, New York Üniversitesi ve Ordu Üniversitesi’nde çalışmıştır. Akçay, Finansallaşma, Borç Krizi ve Çöküş: Küresel Kapitalizmin Geleceği (Ankara: Notabene, 2016) kitabının ortak yazarı; Para, Banka, Devlet: Merkez Bankası Bağımsızlaşmasının Ekonomi Politiği (İstanbul: SAV, 2009) ile Kapitalizmi Planlamak: Türkiye’de Planlamanın ve Devlet Planlama Teşkilatının Dönüşümü (İstanbul: SAV, 2007) kitaplarının yazarıdır. Akçay, güncel olarak, yeni otoriterliğin ekonomi politiği, büyüme modellerinin ekonomi politiği, merkez bankacılığı ve finansallaşma konularıyla ilgilenmektedir.