YAZARLAR

Hangi cehennemlere saka, hangi cennetlere hamalız?

Biliriz ki cennet de cehennem de bizimle kaim ve şimdimizde. Yaptıklarımız ve yapmadıklarımızla hayat veriyoruz onlara. Asıl mesele hangisine baş koyduğumuz, dert ettiğimiz. Zihni melekelerimizle cennet ve cehennemleri tasavvur edebiliriz ve ediyoruz da. Nice sayısız civanlar nice ahu bakışlılar cennete hamal cehenneme saka oldular da şimdimizin zeminlerinde kırık dökük de olsa yer etmekteler.

Derler ki cennetin kapısında mercanköşk, cehennemin kapısında fesleğen dururmuş, kapı eşiklerinde her daim bir yanda mercanköşk diğer yanda fesleğen durmalıymış. Öyle anlaşılıyor ki gideceğimize inandığımız cennet ya da cehennemi unutmamak hep hatırda tutmak için değil sanki bu inanç, bu gelenek. Öte dünya henüz yokken tasavvurlarımızda, ölen de yaşayan da kutsalı, kutsal olmayanı aynı evrenin sakini olarak addedildiğinde yani, kadim zamanlardan, pagan evrenlerden süzülüp gelmiş gibi. Yeni içeriklerle birleşip başka bağlamlara kavuşmuş bir bakıma. Var mıdır ya da kalmış mıdır, bu inançla eşiklerini fesleğenlerle mercanköşklerle bezeyenler hâlâ? Batılın hanesine kaydedile kaydedile unutulup gitmiştir belki de. Ama yine de bu inanca, geleneğe dayanmadan bu baharlı bitkileri evinin, bahçesinin bir kenarında yetiştirenler vardır. Mümkündür. Hem inanç da gelenek de kimi zaman anlamını bilmeden hayatımıza, gündeliğimize sızmaz mı? Neyi neden yaptığımızı bilmeden tekrarlamaz mıyız böylesi pratikleri? Kadim olanın şimdideki hükmü biraz da böyle değil midir? Bırakalım kadim olanın niçin ve nasıl kendini sürdürdüğünü bir kenara da fesleğene göz kırpıp mercanköşke çoğun sırtımızı döndüğümüz pek bir aşikâr. Belki de cennet ve cehennem denilenle kurduğumuz ilişkinin dışa vurumudur bu. Üzerinde kafa yormaya değer sembolik bir şeydir bu açıdan. Neden olmasın? Ya da sadece bir metafor olarak kabul edip cennetimizin ne olduğuna, cehennemimizi nasıl kurduğumuza dair soruların peşine düşebiliriz, cennetimize kimlerin yasaklar koyduğunu, cehennemimize nasıl odunlar taşıdığını, bunlarla nasıl suç ortağı olabildiğimizi sorgulayabiliriz.

Kim sevmez ki fesleğeni, kokusunu mesela? Zamanı gelince neredeyse her evde bir köşede arzı endam eder. Gelip geçen şöyle bir hareketlendirir dallarını, yapraklarını. Kokusu dağılıverir havaya, hoşluk yaratır, şenlendiriverir ortalığı. Kimi zaman yemeklerimize tat kattığı için, kimi zaman sivrisinek kovucu olmaklığından dolayı bulunur masalarımızda. Oysa mercanköşk öyle mi? Çoğumuz bilmeyiz bile belki. Ya da adını duymuşuzdur da neye benzer, nasıl kokar pek bilmeyiz. Ha tabii tıpkı fesleğen gibi yemek erbaplarınca mutfakta bulundurulduğunu kaydedelim. İlk koklandığında pek tuhaf gelir çoğu insana, kokusu kötü değildir aslında, ama fesleğen gibi de başımızı döndürmez. Zaman ister, birazcık da çaba ister kokusunu sevip yetiştirmek: Cehenneme övgü cennet için kahır mı? Hem öyle hem değil.

Biliriz ki cennet de cehennem de bizimle kaim ve şimdimizde. Yaptıklarımız ve yapmadıklarımızla hayat veriyoruz onlara. Asıl mesele hangisine baş koyduğumuz, dert ettiğimiz. Zihni melekelerimizle cennet ve cehennemleri tasavvur edebiliriz ve ediyoruz da. Nice sayısız civanlar nice ahu bakışlılar cennete hamal cehenneme saka oldular da şimdimizin zeminlerinde kırık dökük de olsa yer etmekteler. Bunlara rağmen gözümüzü kör gönlümüzü sağır etmede mahir düzeneklere kapılıp gidebiliyoruz. Her yönden yağıp bizi sırılsıklam eden hakim tahayyüllerin kışkırttığı, beslediği pratiklerle cennet diyerek kurmaya çalıştığımız cehennemimiz olabiliyor böylelikle, farkında bile olmayabiliyoruz cennet dediğimizin cehennemin göbeği olduğunu. Küçük kaya balığının kavuğu misali hanemizde cehennem davullarının kulaklarımızı sağır eden gürültüsü uğuldayıp dururken hoş kokularla dolu güzel köşeler oluşturuyoruz yaratmakta olduğumuzun hapishane olduğunu fark etmeden. Neredeyse hiç değiştirmediğimiz güzergâhlarımızın cehennemlere yol olduğunu bilmeden. Bedenlerimiz sinyal veriyor aslında, huzursuzluğuyla gerginliğiyle, ağzımızda acı bir tat, kendimizden geçerek mükellef sofralardan kalktığımız halde. Amma velâkin içten içe hissettiğimiz ve çoğu kere adını koyamadığımız kaygıları, mide yanmalarını, yaşam koçlarının hazırladığı her tür mecrada çarşaf çarşaf yayınlanan reçetelerle bize özel hazırlanan diyetlerle bastırmaya çalışıyoruz. İşe yarıyor ancak uzun sürmüyor saadetimiz. Biteviye tekrarlamak zorundayız ya da yenilerini bulma telaşıyla dolanıp duruyoruz. Arzular yaratıp kışkırtan, onları kaşıkla verip kepçeyle alarak besleyen bir sistemin evlatları olmaya devam ediyoruz. “Her koyun kendi bacağından asılır” şiarı alnımızda bir abraxas misali rapt edilmişken yol alıyoruz. Cehennemimiz genişlerken ve şedit hale gelirken asıl cennetler adımlarımızla bizlerden uzağa düşüyor. Ancak aklımızda bulunsun, her karar bir şeyleri dışta tutarak, bir şeyleri feda ederek eyleme dahil olur; feda edilen, anlam ve önemini zaman içinde ifşa eder, geceyi kabusa, gündüzü yeise boğar.

Ne yapmalı peki cennetlerimizi kurabilmek için? O kadar da yoksul, yoksun değiliz. İyi kötü heybemizde bir şeyler var. Yanlışlarla hatalarla dolu olabilir. Ama ne demiş büyük üstat sadece taş hata yapmaz. Doğrulardan yanlışlardan feyz alarak yola revan olmak. Denklemi, denklemin öğelerini değiştirmek gerek cennetlerin taşlarını döşemek için. Kimi kez hayata dair kanlı canlı bir jest yapmak, kimi kez sebatla attığımız küçük küçük adımlar atmak, bu adımları bilmecenin parçaları misali bir araya getirmeye gayret etmek, büyük oyuna kendi hilelerimizle çelmeler atmak, kimi kez mizahla, dansla, şenlikli oyunlarla sofralar kurmak için seferber olmak, kimi kez lüks restoranların insanı tıksırtacak mükellef iftar sofraları karşısında iki lokmasıyla zengin yeryüzü sofraları kurmak, bunlarda ısrarcı olmak. Cehennemleri daraltıp cennetlere alan açmak meşakkatli iş, ancak her meşakkatli iş gibi insanı insan eder. El Greco’ya Mektuplar’ın müellifi Nicos Kazancakis’ten esinle söylersek insana acısını unutturan güzelliğin lanetli olduğundan emin gübre yığınlarında çiçek yetiştirmekten vazgeçmemek gerek. Eşiklerimizde fesleğenlere mercanköşklere yer verip onlara özen göstermekle bir adım atabiliriz mesela, onlar ki bilerek ya da bilmeyerek elimizden alınanlara suç ortağı olduğumuzun, ancak bu ortaklıktan istifa edebileceğimizin işaretini taşırlar.


Zeliha Etöz Kimdir?

İzmir Karşıyaka’da doğdu. Ege Üniversitesi’nde Sosyoloji okudu. ODTÜ’de yine aynı alanda yüksek lisansını tamamladı. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde Siyaset Bilimi doktorasına başladıktan sonra, aynı fakültede Sosyoloji kürsüsünde asistan olarak çalışmaya başladı. Biraz yazı çizi, konferans işiyle çokça ders verip sınırlı sayıda tez yönettiği görevinden profesör kadrosundayken 7 Şubat 2016’da yayımlanan 686 sayılı KHK ile atıldı. Şimdi ‘Gazete Duvar’ın dibinde haftalık yazılar yazmaya çalışıyor.