YAZARLAR

‘Resmi tez’in bile gerisine düşen bir 1915 filmi!

“Osmanlı Subayı”, kötü bir film olmanın yanı sıra Ermeni Soykırımı hakkında devletin resmi görüşünün bile gerisine düşerken, öpüşme sahnelerinin karartılması işin tuzu biberi oluyor. “Osmanlı Subayı” hikayesinin dramatik yapısının kötülüğünün yanında politik arka planında niyet ettiklerini bile hayata geçirmekten uzak bir film olarak tarihteki yerini alıyor.

Belki dikkatinizi çekmiştir, bir süredir dünyaca ünlü sinema sitesi IMDB ve sinema portallarında yıldız savaşları yaşanıyor. Birisi 1915’te yaşanan Ermeni ‘soykırımı’na Türkiye’nin gözünden bakan “Osmanlı Subayı”, diğeri Ermeni savlarını desteklediği ileri sürülen (filmi görme şansımız olmadığı için) “The Promise” arasındaki bu yıldız savaşında Türk tarafı galip görünüyor. Zira IMDB’de ilkinin yıldızı 8.8 iken, ikincisi 5.9’da kalmış. Bu da sanal âlemde siyaset yapma maharetimizin ne kadar gelişmiş olduğunun göstergesi olarak kayıtlara geçsin.

“The Promise”in Türkiye’de gösterim şansı bulup bulamayacağı henüz net değil. Büyük ihtimalle bulamayacak. ‘Ulaşılabilir başka kaynaklar’a düştüğünde izleyip değerlendirme şansını yakalarız. Ama “Osmanlı Subayı” bugün itibarıyla sinemalarda. Öncelikle filmin söylendiği gibi ‘Hollywood yapımı’ olduğu iddialarına dair iki kelam edelim. “Filinta” dizisini de yapan Eastern Sunrise Film de filmin büyük yapımcıları arasında. Jenerikte yer alan dört yapımcıdan üçünün de Türkiyeli olduğunu gördük. Filmin estetiği ve ekibi Hollywood merkezli olsa da, belli ki sermayesinin önemli bir kısmı Türkiye’den…

Bunda bir sorun yok. Sorun bu kadar olanak ve bazı kaynaklara göre 40 milyon dolar civarında olduğu tahmin edilen bütçeye rağmen ortaya bir ‘film’ konulamamış olması. Konuyu kısaca özetlersek, idealist bir hemşire olan ABD’li Lillie, bir toplantı sırasında Van’daki bir Amerikan hastanesinde doktor olan Jude ile tanışır. Hastanenin amaçlarına katkı sunmak isteyen Lillie, abisinden kalan kamyonu Van’a götürmek için yollara düşer. İstanbul’da kendisine koruma olarak verilen Osmanlı Subayı İsmail ile yola revan olurlar. Van’a vardıklarında ise 1. Dünya Savaşı patlak verir. Bir yandan bölge karışırken, Lillie de İsmail ile Jude’un aşkları arasında kalır.

VASATI BULAMAYAN DRAMATİK YAPI

Filmin ‘politik’ arka planına geçmeden sinemanın olmazsa olmazlarına dair eksikliklere dair birkaç kelam etmekte fayda var. “Yatağımdaki Düşman”, “Para Treni”, “Gizemli Parçalar” gibi vasatı fazla aşamayan işlere imza atan Joseph Ruben'in olan maharetini yitirmiş olmasından mıdır, yoksa “Terabithia Köprüsü” dışında dişe dokunur bir işe imza atmamış Jeff Stockwell’in senaryosundan mı bilinmez film baştan sonra sinema duygusundan yoksun ve parça parça ilerleyen bir yapıya sahip. Lillie ile İsmail’in bir Kapadokya’da bir Tuz Gölü’nde görülmelerine, Ağrı Dağı’ndan sonra yüzlerini çevirip Van Kalesi’ne bakmalarındaki coğrafi tutarsızlığa takılmak bizimle ilgili bir şey, bu coğrafyayı bilmeyenler için sıkıntı yok. Zaten bu da bir film. Fakat İsmail ve Lillie’nin bu kadar ‘tehlikeli’ bir yola neden yalnız çıktıklarına, saldırıya uğradıktan sonra ‘Osmanlı Subayı’nın nasıl olup da yakınlarda bir devlet kurumu bulamadığına ve o kadar yolu yayan yürümek zorunda kaldıklarına takmadan edemiyor insan haliyle.

Ben Kingsley’in canlandırdığı Doktor Woodruff’un dramının nedenini biliyor ama bir türlü onun acısını paylaşamıyoruz çünkü çok yapay duruyor. Jude’un mantıklı bir adamken durup dururken aşk yüzünden delirmesini anlamak için elimizde hiçbir veri yok mesela? Bunlar filmin bir türlü skeç olmanın ötesine geçemeyin ‘dramatik’ tarafları. Bir de ‘tarihi’ tarafları var ki, sormayın gitsin…

DEVLETİN BİLE GERİSİNE DÜŞMEK

Tarih 1915 ve filmin mekânı da Van olunca adına ne derseniz deyin (tehcir/soykırım/ büyük felaket) o dönem yaşananlar da filmin içine sızıyor haliyle. Zaten amaç da Ermeni Soykırımı’na dair aşk fonu arkasında bir şeyler söylemek. O zaman biz de en sonda söyleyeceğimizi en başta söyleyelim: Film bu meselede devletin ‘resmi’ söyleminin bile gerisine düşüyor ve nihayetinde “tatsız bir dönemdi, Ermeniler de biraz şeydi, savaş vardı ama asıl Ruslar var ya o Ruslar…” diye özetleyebileceğimiz amentüleri tekrarlıyor. Hem çok şey söylüyor hem de hiçbir şey söylemiyor.

“Tatsız bir dönemdi ve Ermeniler de biraz şeydi”den kasıt, filmin tabiriyle söylersek “Doğu’da ‘bazı’ Ermenilerin sıkıntı çıkarması”. Zaten filmde bir karaktere dönüşen Ermeni görmek mümkün değil. İlk gördüğümüz bir çete ve onun ‘insan çirkini’ lideri oluyor. Lillie ve İsmail’e saldırıyor, ilaçlara ve kamyona el koyuyor. İkinci Ermeni karakter ise “Yaşasın Taşnak Partisi” diye slogan atarak bir askeri vuruyor. Üçüncüsü de hastanede ağır hasta olan küçük kız Aghavni. Film, “Ermeni çeteciler”in yaptıkları konusunda elini açık ederken, Aghavni’nin köyünün kimler tarafından yakıldığını muallakta bırakmayı tercih ediyor. Adeta “oralara girmeyelim” dercesine. Filmde tehcir yok mu, tabii ki var. Dört asker ve 20 Ermeni’den mürekkep bir topluluk görüyoruz. Zaten kahraman Osmanlı subayı İsmail, onları kötü kalpli başka bir Osmanlı subayının elinden kurtarıyor.

“Savaş vardı ve O Ruslar varya…”dan kasıt 1. Dünya Savaşı. Ordunun istim üstünde olduğunu, Rusların Doğu Anadolu’ya göz koyması, bazı Ermenilerin onlarla işbirliği yapması... Ama ne hikmetse Osmanlı’nın bütün bunlar karşısında nasıl kararlar aldığını, nasıl uyguladığını duyma fırsatımız olmuyor. Tehcir ve sürgün politikalarına dair tek bir söz söylenmediği gibi, Almanya’nın İngiltere’nin meseledeki sorumlulukları yok sayılıyor bütün suç Ruslar’a atılıyor. Türkiye vizyonunda karakterlerin Van’daki ‘işgalci’ askerler için kullandığı “Kazaklar” tanımlamasının altyazıda “Ruslar” olarak çevrilmesinin soydaşları üzmemek için yapılmış bir jest olarak da görebilirsiniz.

KENDİNİN SANSÜRCÜSÜ OLMAK!

En nihayetinde “Osmanlı Subayı” hikayesinin dramatik yapısının kötülüğünün yanında politik arka planında niyet ettiklerini bile hayata geçirmekten uzak bir film olarak tarihteki yerini alıyor. ‘Ermeni sorunu’na dair devletin ‘resmi’ görüşü olan ‘tehcir’in bile gerisine düşen filmin yerli ortakları ve dağıtımcısı kendi kendilerine ahlakçılığa soyunarak fragmanda dahi olan öpüşme sahnelerini amatörce bir yöntemle karartarak gösterme cüretinde de bulunuyor. Bir Osmanlı subayının Amerikalı bir kadını öpmesinde (ya da tam tersi) nasıl bir ahlaki sorun olabilir, siz bulun sevgili okur!

İktidarı ürkütmemek için onların söylediklerinin bile gerisine düşmek, yine aynı nedenle öpüşme sahnesi karartmak için bulunabilecek en hafif tanım “Kraldan çok kralcılık” olabilir ki, biz şimdilik bu kadarını söyleyelim.

ORİJİNAL ADI: The Ottoman Lieutenant

YÖNETMEN: Joseph Ruben

OYUNCULAR: Josh Hartnett, Michiel Huisman, Hera Hilmar, Ben Kingsley, Haluk Bilginer

YAPIM: 2017 ABD

SÜRE: 106 dk.