YAZARLAR

Eski yara, tatlı sızı

Tek tek her şey güzel göründüğünde bile büyük tablonun bambaşka bir şey söylemesi, orkestranın her üyesinin sadece kendi performansını önemsemesi, bize dokunmayan yılanlarla kurduğumuz ittifaklar, bizden saydıklarımızda hoş gördüğümüz dev defolar, küçücük bir konuşmanın sıcaklığını olsun içermeyen muhtevaca çirkin günler gözüme batıyor.

Köşeyi dönünce karşıma çıkan manzaranın resmini çekmeye çalışıyordum. Van Gogh bulutlu, yanık portakal rengi gün batımlarından biriydi. Apartmanlar arasından yokuş aşağı denize inen bu güzellikte bir kuş kanadı eksikti. Martı Jonathanlardan biri çerçeveye girdiği anda bastım deklanşör tuşuna. Telefonuma baktım, karşımda tabak gibi batan güneş ekranda minicikti.

“Fotoğrafta çıkmıyor!” dedi.

Döndüm. Yetmişlerinin başındaydı. Çok cepli muhabir yeleği giymiş, şapkasına verdiği eğimi Bruce Willis gülüşüyle destekleyerek ihtiyarlara özgü, toprak ve haki tonlarında bir yakışıklılık edinmişti. Kırmızı ruj, pembe oje süren 70+ teyzeler gibi bu ihtiyar delikanlıları da severim. Göründüklerinde birden fonda neşeli bir caz melodisi duyulur, hayat bir dakikalığına muzipleşir.

“Van Gök iyi çalışmış yine!” diye arada yaptığım bir espriyi yineledim. Güldü, selam verip yaşına göre çevik adımlarla yokuş aşağı inmeye başladı. Bu kısacık konuşma ikimizin de akşama muzip ve şefkatli bir geçiş yapmamızı sağladı.

Hayata dair bildiğim pek çok şeyi kitaplardan ve filmlerden öğrendim. Böyle anların fotoğrafta pek çıkmadığını ise, hayattan. Hayat sık sık, boğazda takılı kalan tablet ya da fitil formunda geliyor. Bu sert akışı yumuşatan anlarsa, hikaye edildiğinde daha görülebilir oluyor. Bilginin hoş bir türü, ancak hikayeler aracılığıyla kanımıza karışabiliyor. Ruhun serumu hikayeler olmasa neyle beslenirsek beslenelim “acımızdan” ölebilirdik. Her iki anlamda da.

“Nostalji” sözcüğünün Yunanca kökeni itibarıyla “eski bir yaranın sızısı” anlamına geldiğini Mad Men’in nefis bir bölümünden öğrenmiştim mesela. Bunu bilmeden de yaşardım belki ama tadı aynı olur muydu? Hiç eski bir yarası tatlı tatlı sızlayanla geçmişteki mutlu bir ana özlem duyan bir olur mu?

Son günlerde kolektif yara hafızamızı canlandıran şeylerden biri, Halit Akçatepe’nin gidişi oldu. İnce, sinemasal bir sızıyla çocukluğumuza döndük çoğumuz. Akçatepe giderken sadece kendini, yumuşacık gülüşünü, yuva hissi veren iyi insan yüzünü götürmedi. Televizyonlarımızın döne döne en çok gösterilen filminin, evimizden en çok geçen hikayenin Güdük Necmi’si, Damat Ferit’in, İnek Şaban’ın yanındaki yerini aldı. Çok yazıldığı gibi, “Hababam Sınıfı cennette buluştu”.

Azrail’in şu son bir iki yıldaki fazla mesaisinin sanki özel bir teması var. Çocukluğumuzdan kalan ne kadar aydınlık yüzlü, naif, içtenlikle zarif adam varsa gidiyor! Tarık Akan, Leonard Cohen, George Michael, John Hurt, Halit Akçatepe kısa bir zaman dilimi içinde gidenlerin sadece bir kısmı. Onlarla beraber bir yandan da yok olan, belli bir “erkeklik” türü. Erkek olmanın genelde külçe gibi bir ağır abiliği, üşüten bir ıssızlığı anlattığı dünyada gülen, konuşan, hani insanın en iyi dostu da olabilecek adamların temsili bu yüzler. O güzel gülüşler o güzel atlara binip gidiyor ve bize giderek nobranlaşan hayatın avuntusuz çifteleri kalıyor. Bizim kuşakların acilen kendi “içtenlikle zarif”lerini yaratması gerekiyor. İnsanlığın yeni sürümlerinde zarafet pek desteklenen bir öğe değil. Erkek için kullanıldığında zaten genellikle bir kafa karıştırır. Her iki cins için de bir “çıtkırıldımlık” olarak kullanmıyorum ben bunu. Şekli yanı var ama sırf şekilden ibaret de değil. Kimse seyretmezken de biraz olan şey. Kendini tahakküm üstünden kanıtlamaya ihtiyaç duymayan güç. Ezmeden dik durabilme hali, hımbıl olmayan sadelik, güleç cüret. Şu an yokluğuyla hayatımızı solduran şeylerin iyi bir özeti.

Muziplik ve şefkat, hikayeden de hızla eksiliyor. Hikaye sert. Hikaye kanlı. Hikaye abartılı. Hikayede özentiden göz gözü görmüyor. Hikayenin ayranı yok içmeye ama mesela ilk bölüm Paris’te geçiyor. Yersiz uzun hikaye. Hikaye artık kendi de ne dediğini bilmiyor. Hikayeyi acilen hastaneye kaldırmamız gerekiyor.

Temel beslenme kaynaklarından biri Yeşilçam hikayeleri olan yerli dizileri kastediyorum tabii bununla. Hababam Sınıfı’ndan, Canım Kardeşim’den beri anlatılanın içerik ve üslubunda can alıcı bir değişiklik olmuş değil aslında. Sadece o şefkatli zemin, ne denli ‘saçmalasa da’ izleyicisiyle bir tür bağ kurmayı başaran o Yeşilçamvari sıcaklık hikayeden el ayak çekmiş durumda. Dizi sayısı artıp bölüm süreleri uzadıkça olay hepten bir öykü pornosuna vardı. Tatmini arttırmak için eli hep daha daha daha büyütmek gerekiyor! Gözünü yükseklere dikmiş, özgüveni kendinden menkul karakterler gırla gidiyor. Abartılı bir de güzellik fetişi, gösteriş merakı var izleyicide de. Mekanlar zengin göstersin, ilk bölümler Roma’da, Paris’te, Atina’da, Mars’ta! geçsin… El bu kadar büyürken muhteva güdük kalmasa, güzel olurdu tabii.

Geniş geniş kırlı güzelim dönem dizileri dışında İngiliz dizilerinde bizdeki kadar güzel mekana rastlayamıyorsunuz. Sokakta yürürken elini sallasan film yıldızı gibi görünen birilerine değebilecek İskandinav ülkelerindeki dizilere bakın, başrollerde oyunculuk yeteneği, karaktere uygunluk gibi şeyleri daha çok önemsiyorlar, saflar herhalde biraz… Öyle saç baş 7/24 yapılı tipler de değil pek karakterler. Hatta insanın “parası neyse biz verelim, sete bir kuaför getirin” diyesi geliyor. En bayıldığım İskandinav polisiyelerinden Forbrydelsen’in (The Killing) kahramanı Sarah Lund (Sofie Gråbøl) sezonlar boyunca döne döne aynı kazağı giydi. Kazağı en son internette bir açık arttırmada gördüm, alıyordum az daha. Çünkü karakterle bütünleşmiş hatta başlı başına bir karakter olmuştu. Bunları söylerken, kendimi bu durumlardan azade saydığımı sanmayın. Ben de ufak çaplı bir yangın çıksa kendimi evden atmadan acaba tişörtüm eteğime uyuyor mu diye bir göz atarım muhtemelen. Ama o göze arada mecazen ufak bir tane patlatasım geliyor. Genel olarak da kendime kıyıyorum, nasılsa köküm bende.

Hayattan ve hikayeden giden şefkatten rahatsızım. Tek tek her şey güzel göründüğünde bile büyük tablonun bambaşka bir şey söylemesi, orkestranın her üyesinin sadece kendi performansını önemsemesi, bize dokunmayan yılanlarla kurduğumuz ittifaklar, bizden saydıklarımızda hoş gördüğümüz dev defolar, küçücük bir konuşmanın sıcaklığını olsun içermeyen muhtevaca çirkin günler gözüme batıyor. Çocukluğumuzdan beri izliyoruz: Şefkat ve muzipliği küstürmemek lazım, bunlar da hayatı terk edip gidebiliyor.


Zehra Çelenk Kimdir?

Senarist ve yazar. Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV- sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.