YAZARLAR

Duvar ve bir ‘arka bahçe’ hikâyesi…

Bir Ağustos ayında, akşam vakti, hiç kimse yokken; ama hiç kimse yokken ve hatta yavrulamış kediler dahi yokken. Tek başına oturup sarı banka, o avluya, bahçeye, duvarlara bakmak. Çeyrek asır sırtınızı dayadığınız duvara.

Bazen güncel siyaset-hukuk yazısı yazmak hiç gelmiyor içimden. Oturup bir bardak çay içmeyeceğiniz insanların, benzer ve sürekli saçmalıklarını anlatmanın körelten, mutsuz eden bir yanı var. Tabii okumanın da. İnsanız nihayetinde ve öte dünyada ‘Nasıl geçti?’ diye sorarlarsa, ‘Vallahi ne olsun, işte Reis, Gökçek, Arınç, bir ömür böyle...’ demek istemem. Tahmin ediyorum cezası da büyük olur! Başka bir şeyler de anlatıp konuşmalı. İnsandan, şehirden, sokaktan, mahalleden, çeşmeden, kaldırım taşından, kapı eşiğinden, yıpranmış basamaklardan söz etmeli…

Duvar bana ne hatırlatıyor? Duvar sözcüğü.

Her ‘kenar köşe’ bir şey anımsatır insana. Aniden duyduğunuz bir ses. Yanınızdan geçiveren koku. Gün ışığındaki ton, renk, bulut. O yer ve zamanla ilgisi olmayan, yıllar öncesinde kalmış bir şeyi. İnsanı. Mekânı. Birden bire, hiç hesapta yokken. Bazen mutluluk duyarız hatırladığımızdan; uyanınca yarım kalmasın diye inatla yeniden uyumaya çalıştığımız o güzel rüya anları gibi, uzatmaya çalışırız hatırımıza geleni. Bazen de hemen başka bir anı düşünmeye çabalarız ki çabuk geçip gitsin.

Çamlıbel’in Han Duvarları ya da gençken tanışıp çok sevdiğim Sartre’ın Duvar’ı bir yana… Duvarın çağrıştırdığı ne peki? Duvar, enikonu bir nesne. Şu nesne sözcüğü yerine ne olabilir diye düşünüp bulamadım. Yaratıcılık bu kadar, yapacak bir şey yok! Sürekli yüz yüze olduğumuz, gözümüzü açtığımız andan itibaren, her ne görüyorsak ona eşlik eden bir nesne. İçinde yaşadığımız. İçine hapsolunan. Sırtımızı yasladığımız.

Belki izlemişsinizdir, Arthur Miller’ın meşhur Satıcı’nın Ölümü adlı eseri sinemaya uyarlanmıştı zamanında, 1980’lerde. Volker Schlöndorff’un filmi ve Dustin Hoffman başta olmak üzere büyük oyuncular yer almıştı. Pek çok sahnesinde tiyatro ve sinema tekniği birleştirilip ‘sahne’ duygusu uyandırılıyordu. Görmediyseniz, işinizi gücünüzü bırakıp hemen seyredin! Hatta örneğin akşam vakti CNN Türk’te zevzek bir ‘tartışamama programı’ varken seyredin ki rehabilitasyon işlevi de görsün. Filmin bazı etkileyici sahnelerinde, o kasvetli ve mütevazı evin üzerine çıkar kamera. Giderek yükselir. Odaları ve içindeki yaşamları sergiler, dört duvar arasındaki. Sıkışıp kalmış insanları. Demek ki duvar, arasında bunaldığımız bir şey olabilir. Her zaman değil ama bazen. Cezaevi duvarı. Çentik atılan duvarlar. Çentiği atınca umuda mı dönüşüyor? Çileyi, geçmeyen zamanı ve bir de umudu mu anlatıyor? Bilmiyorum.

Sarı kızıl duvarlar. Bologna’nın duvarları mesela. Kemerleri ve duvarları. Barselona’daki ara sokak duvarları. Akşam loş ışıkta daha derinleşen bir sarılık, kızıllık ve eskilik. İskandinav’ın sade, beyaz ve şampanya rengi duvarı. İngiliz’in briketli duvarı. Bizim Eyüp’teki eski oyuklu duvar. Eyüp Camii yanındaki mezarlık ile Cami arasına sıkışmış patikadaki duvarlar. Mermer çeşmenin kaidesi. Ahşap evlerin arasında bir yerde. Nuruosmaniye sokakları. Kapalıçarşı’nın kara sarı duvarları. Her biri başka duygu yaratıyor insanda. Eski camilerin duvarları mesela. Özellikle Süleymaniye’nin. Elini gezdirince yüzeyinde, daha iyi hissediyor insan. Günü güzel geçiyor. Bir de yeni camiler var tabii. Düşündükçe sinirleniyor insan. Bir yanda, en güzel örneklerini en iyi mimar ve ustaların, en yetenekli ve samimi süslemecilerin verdiği eski camiler. Aptalca koşuşturmanın makbul olmadığı, insanların düşünmeye ve zarafete zaman bulabildiği dönemden kalma yapılar. Diğer yanda günümüz hödük müteahhitlerinin insanı mahcup eden taklit çabaları. Neyi taklit ediyorsun a görgüsüz herif, o insanlar senin gibi olmadığı için inşa edebildi, senin taklit dahi edemediğin nohut oda bakla sofa mescitleri…

Duvar… Ne ilgisi var arka bahçe ile. Arka bahçe neresi? Baba evinin artık olmayan tulumbalı ve şeftali ağaçlı arka bahçesi mi? Hayır değil, baba evinin arka bahçesi, belki sonra. Hem o bahçenin duvarları sıvasızdı. Sıvasız duvarın güzelliği de bir başka. Sıvasız duvar, çilekeş bir yaşamı anlatır, özensizliği değil. Misafirliğe gelen akrabaların akşam yer yatağında uyuyuşunu. Birlikte yapılan kalabalık kahvaltıları. Bir de Lütfi Akad filmlerini. Ve nasıl bir yeri olduysa yaşamımızda, hemen hepimizin, anne babanın, kardeşlerin, kuzenlerin fotoğrafı var o sıvasız briket duvar önünde. Asker gibi dizilmişiz. Başka yer mi yoktu poz verecek bilemiyorum ki. Demek ki bulabildiğimiz en iyi fon o duvarmış.

sbf

Başlıktaki arka bahçe, bizim SBF’nin arka bahçesi. Yarım asırdan eski duvarlar ile çevrili bahçe. Görmüş geçirmiş, ağır başlı duvarlar. Öğrenciyken mezbelelikti bahçe. Galiba bir de içinde su olmayan küçük bir havuz vardı orta yerde. Sonrasında otopark oldu. Orta sınıfın genişlemesiyle tabii. Öğrenciyken arabası olan hoca sayısı fazla değildi. 1980’lerin 90’ların araçları. Kuş serisi, bir iki vosvos ve bir de dönem için epey lüks sayılacak küçük boy bir BMW. Tek olduğu için bu aracı kullanan hocamızın lakabı, ‘beyaz atlı prens’ idi. Memleketin daha mütevazı zamanları. O yıllarda henüz Türkler ‘rezidansı’ keşfetmemişti. ‘Akıllı ev’ saplantısı yoktu. ‘Hobi odalı ev’ diye bir şeyi de duymamıştık. Zaten bizim milletin bir hobisi de yoktu. Hâlâ yok. Ama hobi odalı evleri var şimdi. Yürüme bantlarını katlayıp duvara dayamaları için. İşte bakın bir ‘duvar’ daha. Eşya dayamalık duvar!

Arka bahçe… Bir gün bir asistan arka bahçedeki ağaçlardan en güzelinin dibine odasından taşıdığı iskemleyi bırakır. Her öğlen, yemekten sonra çayını kahvesini orada içmeye başlar. İşi bitince iskemleyi geri taşır. Arkadaşları da gelir yavaş yavaş. Birlikte otururlar. Gel zaman git zaman iskemle sayısı ikiye çıkar. Kalanı ayakta. Rivayet odur ki bir gün eski dekan ve yardımcısı arka bahçeye bakarken ağaç dibinde oturanları görmüş ve biraz da müstehzi ifadeyle sohbet konusu olmuş, asistan ve arkadaşları. Kim bilir, bir taş üzerinde pardösü ile oturan Deli Ziya’ya mı benzettiler acep! Belki de. Sultan Dekan Bey, Sadrazamına buyurmuş ki, ‘Orada bir oturma alanı yapalım, belli ki ihtiyaç var.’ Bunun üzerine arka bahçenin yarısı araçtan arındırılır ve kalanı, oturmak isteyenlere tahsis edilir. Zaman içinde sarı banklar, dikilen ağaçlar. Giderek kalabalıklaşır. Ağaçların biri büyümez ama. Yalnızca biri. Gölge vermez. Buna mukabil, yaşar o ağaç. Bir dal olarak inatla yaşar. Gözüm hep onun üzerindeydi, sergilediği direnci hayranlıkla seyrettim yıllarca. Ekildiği gibi kaldı ve yaşadı…

Dört duvarla çevrili arka bahçe. Avlu mu demek gerekir, bilemedim. Belki. Odası spor salonu binasında olanların, oturma odası aslında. Bahar gelip öğrencinin yarısı kalan yarısına âşık olunca, birbirlerini gördükleri, görmek için bekledikleri bahçe. Bahçe. Avlu. Kedilerin yavruladığı. İzmariti eksik olmayan. İzmariti süpürenlerin küfrettiği. Derin sohbetler, sığ sohbetler, dedikodu. Birbirini sevmeyenlerin, birbirlerini ne denli sevmediklerini gösterme fırsatı bulduğu yer. Selam vermek istemediğinize, doya doya selam vermediğiniz. Öyle ya, ‘selamsızlığın’ da bir yeri yurdu olmalı, yoksa ne anlamı kalır hiç kimse bilmeyip duymayacaksa! Ortadaki ağacın çevresi taşla çevrelenmiş. Kenarına ilişiyor insanlar. Öğle vakti çıktığınızda, eşi dostu göreceksiniz tam o ilişikte. Kimi oturuyor, kimi ayakta, kimi sırtını güneşe vermiş. Sırtını başka bir yere dayamayı bilmeyen insanlar. Güneşin sıcağı yetiyor. Öğrenci grupları, hoca grupları. Aynı yerde çayını kahvesini içiyor. Tabii son bir iki yılda sağa sola kamera yerleştirdi sayın yönetim. Sayın kameraları. Hani şu çalışması gerektiğinde çalışmayan, görmesi gerekeni hiçbir zaman görmeyen ve hay Allah, polis muamelesi ile Tekbirle saldıranları bir türlü kaydetmeyen kameralar. Sayın yönetim, sayın kameralarla, çay içenleri rahat izleyebilsin diye yerleştirildi belli ki.

Birileri bir yerde mutluysa, o birilerinin bir yerdeki mutluluğundan mutsuzluk duyan birileri de olur muhakkak! Nitekim arka bahçe, o sohbet, kızgınlık, dedikodu, arkadaşlık ve düşmanca sözlerin yeri, ‘toplanılan’ yer; kimini rahatsız eder. Ay ne fenadır arka bahçe, ay ne nahoş konuşmalar geçer, ay hocalar oraya çıkmamalıdır… Bu sayın kimileri ve sayın akademideki sayın işlevleri ve hatta daha da sayın konumları hakkında, daha sonra yazmalı. Başlık? ‘Sunta’ olabilir o yazının başlığı. Malum, ne ağaçtır ne ağaç tozu. Manasız bir şeydir, sunta…

Şimdi iyi şeylerden bahsedelim…

Bir Ağustos ayında, akşam vakti, hiç kimse yokken; ama hiç kimse yokken ve hatta yavrulamış kediler dahi yokken. Tek başına oturup sarı banka, o avluya, bahçeye, duvarlara bakmak. Çeyrek asır sırtınızı dayadığınız duvara. Sararmış kirli beyaz duvara. Sigara içerken. Güzeldir SBF arka bahçenin gördüğü duvarlar. Arka bahçe de güzeldir. Şu aralar neşesi kaçmış diyorlar. Neler gördü o bahçe o duvar. Geçer bunlar da. Yine neşelenir. Bir asistan çıkıp oturur en güzel ağacın dibine ve bakar, karşısındaki duvara, sükunetle. Sigara ile, ama…


Murat Sevinç Kimdir?

İstanbul'da doğdu. 1988'de Mülkiye'ye girdi. 1995 yılında aynı kurumda Siyaset Bilimi yüksek lisansına başladı ve 1995 Aralık ayında Anayasa Kürsüsü asistanı oldu. Anayasa hukuku ve tarihi konusunda makaleler ve bir iki kitap yayınladı. Radikal İki ve Diken'de çok sayıda yazı kaleme aldı. 7 Şubat 2017 gecesi yüzlerce meslektaşıyla birlikte OHAL KHK'si ile Anayasa ve hukukun bilinen ilkelerine aykırı bir biçimde kamu görevinden atıldı.