YAZARLAR

Yirmi altı – Pırağ

Lekeli sevinç yaşayan insan milletine turist deniyor zaten. Tuhaf olan (belki de tuhaf olması istenen) şu ki; hemen yanlarında başka bir “fotoğraf” var. Yüz üstü kapanmış dilenen insan. Alan elden evla olan veren el miydi?

Mart dediğin gürültü çıkarır. Üçü, sekizi, yirmi biri. Yolun becerisi vardırdığı yer değil de, sanki uzaklaştığın yer. Ama yol üzerine ne söylersen, Hakkârili oyuncu bir arkadaşa dönüşme ihtimalin var. Geçelim. Yolun sonunda varırsın ama hareket noktasından uzaklaşmak daha enteresan sanki. “Ben bir Yakup idim”e giren Hakan Taşıyan’ın arkasında çalan bağlamacı şaşkınlığı yaşamadan yol konusunun virajından dönmelisin. Dön.

Nehir: Bir şehri ortasından tam ikiye ayırırsa, başrol onundur. Çeperinden, civarından geçiyorsa da başrol onundur aslında. Ama tam ortadan iki ayırdığı şehirlerle alakalı cümle kurulacaksa, özne koltuğuna saadetle oturur. Kibir? Bazan. Yakışan kibir.

Camdan nehir görünüyor. Eve girdiğimiz gibi Bilind İbrahim açtık, “Dil Venebu”. Bu evde ilk def Xalid Axa çaldığını tahmin etmek için çok emek harcamaya gerek yok. İbrahim, Xalid Axa’dan Xirabo’ya geçerken öteki pencerelerin nereye baktığını kavrıyoruz. Şurası ulusal tiyatro dedikleri bina, şurası köprü. Daha acıklı soru şu: Bunun bu kadar güzel olmasını bile niye mukayese sebebi yapıyoruz?

Buraya dair en büyük heveslerden ikincisi, Nâzım’dı. Nâzım’ın o şiirde bahsettiği kahvehane. Ben kahvehane diyorum sen “café” anla. Ufacık bir fotoğrafı varmış meğer, o şiirde bahsettiği nehir de evden görünen nehirmiş. Garson “Nâzım” dediğin anda daha önce yürüdüğü belli yoldan mihmandarlık ediyor. Gidip küçücük fotoğrafın karşısında duruyorsun. Akıl ettiysen fotoğrafını bile çekiyorsun. Slav kelimesi, meğer “slave”den geliyormuş. Slave, yani köle. Şehrin mahcubiyeti biraz bundan mı yoksa? Yoksa “aşırı yorum”un mu bu da?

Köprünün üstünde iki müzisyen var. Biri upuzun çubuğa üflüyor; Ortaçağ devam eden bir şeymiş de, onu temsil etmek bu köprünün marifetiymiş gibi bir an. Ama turist olmanın gereklilikleri var. Hemen çantanı sırtından kucağına al, hemen elini cebine sok, hemen pasaportunu yokla. Lekeli sevinç yaşayan insan milletine turist deniyor zaten. Tuhaf olan (belki de tuhaf olması istenen) şu ki; hemen yanlarında başka bir “fotoğraf” var. Yüz üstü kapanmış dilenen insan. Alan elden evla olan veren el miydi?

Gece, tramvay. Ellerindeki biraları tramvaya binmeden hemen önce buruşturdular. Müthiş bir serkeşlik. Şimdi anlamadığım bir dilde eğleniyorlar. Sarhoşluk ama taşkın değil. Oysa, olsa bile olurmuş şimdi bu gecede. Tramvay bütün duraklara yanaşıyor, kimse bilet göstermiyor. Sanki bu tramvayda bilet sormak, yapılması gereken en son iş.

Köprüde iki renk var. İlki küf yeşili. Bu istenen renk. Eskinin uzlaşılmış rengi bu çünkü. İkincisi altın sarısı. O tuhaf; çok dokunulmuş kısımlar kendiliğinden o renge dönmüş. Heykellerden birinin iki eli aşağıda, hemen yukarısında acı çeken İsa. Dört mıha gerilmiş. O iki elin iki ayası sarı. Dua mı ediliyor, ezber edilmiş şeyin mukallitliği mi olan biten? Karışık. Kesin olan: İki renk var. Biri küf yeşili, biri altın sarısı.

Tesadüfün iğne deliğinden görülmüş bir kilise. İçeriden mırıl mırıl sesler. Tesadüf bu ya, dua saatine denk gelmişiz. Biri siyah, biri siyah iki din adamı. En az bir defa Meryem diyorlar. Sonra tam sırtlarında duran küçücük Meryem heykeli. Gerçek olamayacak kadar simetrik. Ama mahcup. Önüne, hep önüne bakan o bitimsiz mahcubiyet. Sanki sadece Meryem için icat edilmiş.

Elbette kulaktan ibaretmiş gibi görünen o figür. Adı Franz. Her yerde adı var, her yerde sureti var. Görse, dünyada hicap ne demek, icat ederdi muhtemelen. Bütün güçsüzlükleri ifşa olmuş da, şehrin gücü bu güçsüzlüklerden kuvvet alıyor. Tam hayal edebileceği gibi: Muhteşem tutarsızlık. Esas tutarlılığı karnında tutan tutarsızlık. Uykusuzluk bir kusur değildi. Meryem’in oğlu hangisi, insan karıştırıyor burada. Acı çektiği her yerde resmedilen mi, acı çektiğini resmetmeden sürekli ondan söz edilen mi?

Yahudi mahallesinde müzeler içinden birisi. Mezarlığın tam yanında yahut müze mezarlığın yanında. Beyaz duvarların üstünde üç renk: Kahverengi, kırmızı ve siyah. Toplama kampında ölenlerin isimleri. Delice bir sebatla yazılmış. İlk harf daha büyük, ardına sıralananlar daha küçük, sonra doğum tarihleri ve ölüm tarihleri. Hepsi majüskül. Bitmeyen sebat. İsimler, isimler, isimler. Beyaz duvarın üzerinde, insanı delirtecek kadar çok isim. Bunu yapmaya kalksam, kime neyi sorarım diye düşündüm. Ve neresinde çok yorulacağımı.

Çantada kalemler, defterler. Hiçbir kalem kurşun değil, hiçbir defter çizgisiz değil. Bulduğun her köşe başında otur, yazacağını yaz. Hep, bir gölge var peşinde. Sen de on üç, ben diyeyim yirmi altı.

“Külahlı kuleler Pırağ şehrinde,/ Ağarınca akşamın üzerinde/ Düşe giren dünyalar aydınlanır/ İstanbul’da bir Memet var/ Altısına bastı bu yıl.”


Mehmet Said Aydın Kimdir?

1983 Diyarbakır. Kızıltepeli. Türk Dili ve Edebiyatı okudu. Üç şiir kitabı var: “Kusurlu Bahçe” (2011), “Sokağın Zoru” (2013), “Lokman Kasidesi” (2019). “Kusurlu Bahçe” Fransızcaya tercüme edildi (2017). “Dedemin Definesi” (2018) isimli otobiyografik anlatısı üç dilli yayımlandı (Türkçe, Kürtçe, Ermenice). Türkçeden Kürtçeye iki kitap çevirdi. BirGün ve Evrensel Pazar’da “Pervaz” köşesini yazdı, Nor Radyo’da “Hênik”, Açık Radyo’da “Zîn”, Hayat TV’de “Keçiyolu” programlarını yaptı. Editörlük yapıyor.