YAZARLAR

Utanmanın ilk coşkusu

Büyük bir coşku; unutmaya çalıştığın şeyin üzerine ne kadar basarsan, o kadar unutturacağını sanmanın derin yanılgısı. Yaş gününde, gerçekten büyüdüğünü anlıyorsun.

Utanç, “utanılacak” sözcüğünden evrilmiş. Aslı “utunç”, Eski Türkçe, Oğuz lehçesi. Utan- fiiline gelen +(In)ç eki yapıyor yapacağını. Sıfata çeviriyor ve Türkçenin en gürültülü sözcüklerinden biri oluveriyor.

Çok utandığın bir an var. Senin için utanmak denen şeyin tarifi sayılır. Ne zaman çok utansan, o çok büyük utancı anımsar, kendini rahatlatırsın. Kendine ölüm gösterip, sıtmaya razı gelirsin.

Doğum günün kutlanmış yeni evinizde. Apartman dairesine taşındınız, henüz çok da alışamadın. Öte yandan, yüksek katlı o evlerden birinde olmak, sana sınıfsal imtiyazmış gibi geliyor derinlerde. Çok parasızsınız. Derin bir fukaralığa düşmüşsünüz ve sanki bu hayatta bundan, bu durumdan daha fena hiçbir şey olamaz gibi geliyor hepinize. Ailece, hepinize. Dünya yıkılmış, siz yıkılan kısımda kalmışsınız. Gürültü, o yıkımın gürültüsü, çok da uzakta değil. Kulağınızdaki uğultu bundan. KBB’nin yolunu boşuna aşındırıyorsunuz.

Doğum günü pastanı annen evde yapıyor. Malzemesi lezzetli ama görünüşü berbat. Utanıyorsun. O günlerin hâkim duygusu bu olacak zaten. Küçük, birkaç sene önce havalı ama şimdi eskimiş siyah bir fotoğraf makinesi var evde. O fotoğraf makinesinden banyo edilen neredeyse bütün fotoğraflar bulanık çıkacak sonra. Bu da senin için o dönemin rengi olacak. Bir duman tabakası, bir sis, bir belirsizlik, müphemiyet. O günler, ancak bu müphemiyetin içinden anlaşılabilir gibi gelecek sana.

İşte şimdi komşu çocukları, akrabalar, o-şu-bu var apartmandaki evinize. Pastayı üflüyorsun, fotoğraflar, meşrubat ve hediye faslı. Hiçbiri heyecan vermiyor, alelade şeyler hep. Hissin, ilk hissin bu hediyelere dair. Çok üzülmüyorsun da, belli ki evvelinde pek büyük şeyler hayal etmemişsin. Sonra dağılıyor şenlik. Eski eve, yüksekte olmayan o evin civarına gidiyorsun. Yanında da, hem komşunuz, hem yakın akraban olan yaşıtınla. Büyük apartmanda altlı üstlü oturuyorsunuz. Top oynamak için geldiniz beraber.

Eski evin orada, birkaç merdivenle çıkılan taşlık var. Nedense, “yazlık” deniyor ona; yazları üstünde, sahanlığında okey oynanıyor, çekirdek çitleniyor, maçlara hakemlik ediliyor hâkim bir yer olduğu için. Yol boyu beraber yürüdüğün yaşıtın arkanda kalıyor hafif. Ve ne oluyorsa o an, orada oluyor. Olacak birazdan.

Unutuveriyorsun. Yalnız olduğuna, o taşlığı yalnız başına çıktığına ikna oluyorsun. Tam o an, ne oluyorsa, geçici hafıza yitimi gibi bir şey.

Taşlık merdivenleri bitirip sofamsı alana çıktığında, büyük sokak kapısı sağında kalıyor. Neneni görüyorsun büyük salonun ortasında. Önünde bir şeyler var, yere oturmuş yalnız başına. Fasulye mi ayıklıyor, şehriye mi kırıyor, pirinçle mi uğraşıyor; öyle bir şey. Haberi var acıklı doğum günü merasiminden (o günlerde “yaş günü” deniyordu bu merasime daha çok). Ama torununu sevindirmek için, o merasime kıymet verdiğini göstermek ister gibi, o gayretle soruyor nasıl geçtiğini.

Sayıp döküyorsun gelen hediyeleri. Memnuniyetsiz olduğun her halinden belli. Nenen bunu anlayacak kadar tanıyor dünyayı, insanları ve seni. O konudan, bilhassa –artık arkanda olduğunu unutuverdiğin– kuzenin hakkında konuşmaya iştahlı olduğunu bilecek kadar da tanıyor seni üstelik. Biraz bekletip onu soruyor. “O ne getirmiş?”

“Haa o mu, ya onunkini hiç anlattırma,” diyor ve hafif küfür sayılabilecek bir sıfatla adını anıyorsun. Nenen lakabıyla sormuştu oysa ki. Gülüşüyorsunuz, konu kapanıyor. Sonra bir an, işte o bir an hatırlıyorsun kiminle yürüdüğünü. Yolda neler konuştuğunuzu, yaş gününe dair kimi ayrıntıları, minyatür kale maç yapacağınızı, hangi topu nereden alacağınızı... konuştuğunuzu hatırlıyorsun. Ve kafanı çevirdiğinde, bütün benliğinle, bu hayatta neye inanıyorsan onun namına orada olmamasını diliyorsun içinden. Orada o. Sana bakıyor öylece merdivenlerde. Hiçbir şey söylemiyor. Konuşma kendiliğinden bitiyor. Kimse kimseye bir şey sormuyor.

Yıllarca, ne zaman çok utansan o ilk an, utancın o büyük coşkusu geliyor aklına. Akşama kadar hayatında koşmadığın kadar koşuyor, bütün pasları ona veriyor, gol kaçırdığında eline ilk “çak”ı sen yapıyor, attığı golün ardından sevincini en abartılı sen paylaşıyorsun. Büyük bir coşku; unutmaya çalıştığın şeyin üzerine ne kadar basarsan, o kadar unutturacağını sanmanın derin yanılgısı. Yaş gününde, gerçekten büyüdüğünü anlıyorsun. Büyüklerin dünyasında uzaktan anlam veremediğin her şey, seni bir ip cambazı olarak her doğum gününde daha da zorlayacak.

Muhammed Rıza Şeceryan dinlerken utancın ilk coşkusu yazıldı. Görsel Slavorum’dan alındı. Utanma devam etti, uyanma karıştı.


Mehmet Said Aydın Kimdir?

1983 Diyarbakır. Kızıltepeli. Türk Dili ve Edebiyatı okudu. Üç şiir kitabı var: “Kusurlu Bahçe” (2011), “Sokağın Zoru” (2013), “Lokman Kasidesi” (2019). “Kusurlu Bahçe” Fransızcaya tercüme edildi (2017). “Dedemin Definesi” (2018) isimli otobiyografik anlatısı üç dilli yayımlandı (Türkçe, Kürtçe, Ermenice). Türkçeden Kürtçeye iki kitap çevirdi. BirGün ve Evrensel Pazar’da “Pervaz” köşesini yazdı, Nor Radyo’da “Hênik”, Açık Radyo’da “Zîn”, Hayat TV’de “Keçiyolu” programlarını yaptı. Editörlük yapıyor.