YAZARLAR

Geleceğimiz ve şiddet geleneğimiz

Peki hafıza hangi durumda şiddeti sınırlayan bir faktör olmaktan çıkarak, şiddet üreten bir güce dönüşür?

Türkiye uzun ve acı bir yıl geçirdi. İntihar saldırılarından darbeye siyasal şiddetin hemen her türlüsüne, en acısına, en korkucuna tanıklık ettik. Binlerce insanımızı bu şiddet sarmalında kaybettik. Özellikle siyasi/etnik/mezhepsel fay hatları üzerinden ilerlediği açık olan şiddet eylemleri sonrasında hepimiz aynı soruyu soruyoruz: Şiddetin daha da ileri giderek toplumsalı parçalaması mümkün mü? Şiddet aktörlerinin gündelik hayatı(mızı) esir aldığı bir Türkiye’ye doğru mu ilerliyoruz?

Bu tuhaf bir soru çünkü Türkiye’nin yakın tarihine kısa bir bakış bile şiddetin nasıl siyasetin içinde, onu belirleyen, onunla paralel ilerleyen temel bir mekanizma olduğunu görmemiz için yeterli. Türkiye’de 7’den 70’e herkesin kendi ömrü boyunca doğrudan ya da dolaylı bir biçimde tanıklık ettiği bir siyasal şiddet öyküsü var. Siyasal şiddet Türkiye’de bir istisna değil, bir norm.

Dolayısıyla Türkiye’de bir iç savaş tehdidinden korkanlar, ya da bu tehditten söz edenler, sanırım şiddetin belirleyici bir dinamik olmasından söz etmiyorlar. Söz ettikleri şiddetin niteliksel bir sıçrama yaparak, Lübnan, Yugoslavya, Irak ya da Suriye’deki gibi, devletin düşkünleştiği, merkezi otoritesini yitirdiği bir iç savaş dinamiği kazanması. Bu Türkiye’nin sürekli şiddet üreten tarihine rağmen, bugüne kadar olmamış bir durum (bu durumun bir analizi için bakınız Hamit Bozarslan). Peki nasıl? Nasıl olup da bunca şiddete rağmen devlet (genellikle) şiddet tekelini koruyabildi?

GÜÇLÜ DEVLET

Bu soruya verilecek yanıtlardan ilki devletin gücü/kapasitesi ile ilgili olabilir. Burada güçten kastım sadece devletin ordusu ve polisinde cisimleşen baskı gücü değil aynı zamanda devletin kurumları aracılığıyla yönetebilme ve nüfuz edebilme gücü. Bir diğer deyişle görece tarafsız bir biçimde işleyen ve böyle işlediklerine dair yaygın bir kabulün olduğu kurumların varlığı. Bu kurumların çökmesi devletin de çökmesi ve çoğu zaman şiddetin toplumu esir alması ile sonuçlanabiliyor. Türkiye’de mevcut şiddet sarmalına rağmen devlet kurumları (yargıdan eğitime) kendi varlıklarını, özerkliklerini ve güçlerini (farklı derecelerde de olsa) korudular.

Dolayısıyla şiddetin niteliksel bir sıçrama yapıp yapmayacağına ilişkin soruya verilebilecek ilk yanıt devlete, devlet kurumlarının gücüne ve özerkliğine ve baskı aygıtının niteliğine/öngörülebilirliğine odaklanmalı. Nitekim devlet vatandaşlara sadece fiziksel güvenlik sağlayarak değil, aynı zamanda dünyayı kontrol edilebilir/ güvenli kılarak da meşruiyet ve güç kazanmakta.

Güvenliğin seçici ve öngörülebilir olmayan bir baskı mekanizması ile bizzat devlet tarafından aşındırılması, ülke genelinde (uzun vadede) özellikle farklı etnik/dini gruplara devletin bir güvenlik teminatı sunamaması ve kurumlarının güvenilirliğinin aşınması önemli tehlike çanları. Özellikle devlet kurumlarının birbirleriyle şiddet kullanarak çatışması!

ESKİ/YENİ TERÖR

Soruya verilecek ikinci yanıt ise modern devletin gündelik hayattaki varlığına meydan okuyan devlet-dışı aktörlere ve bu aktörlerin şiddetiyle ilgili olmalı. Bu meydan okuma ne kadar güçlü, belirsiz ve öngörülemez olursa şiddetin toplumsalı yıkma potansiyelinin o kadar fazla olacağını hemen belirtmeliyim.

Eski ve yeni tipte devlet-dışı şiddet örgütleri arasında ayrım yapanlar eski tip örgütlerin toplumsal meşruiyet iddiasında bulunmalarından dolayı şiddeti seçici ve öngörülebilir bir biçimde kullandıklarını ve bunun için kimi toplumsal dayanışma mekanizmaları inşa ettiklerini işaret ederler. Tam da bu mekanizmalar ve sınırlılık şiddetin bütün yakıcılığına ve korkunçluğuna rağmen, bütün toplum sathına yayılmaması ve toplumu parçalamamasının önemli bir nedeni.

Şiddeti salt terör amacıyla kullanan IŞİD gibi örgütlerin temel hedefi ise bunun tam tersi. Herhangi bir sınırlılık, orantılılık ve öngörülebilirlik içermeyen bu şiddet eylemlerinin temel hedefi toplumu ve toplumsalı parçalamak. Bu tarz örgütlerin belirli bir ülkede güçlenmesi, taban kazanması ve sarsıcı eylemler yapabilmesi ise bir başka tehlike çanı!

TOPLUM VE HAFIZA

Şiddetin sürekliliğe rağmen bugüne kadar neden niteliksel bir sıçrama yapmadığı sorusuna verilebilecek son yanıt toplumsal hafızayla ilgili. Hamit Bozarslan’a göre şiddetin olumsuz sonuçları ile kendi yaşamlarında bizzat karşılaşan aileler, düşman gördükleri gruplara yönelik şiddeti onayladıklarında bile, bu şiddete kendi çocuklarının bulaşmasını istemezler. Bir diğer deyişle şiddetin sürekliliği ve onun yıkıcı etkileri paradoksal olarak şiddeti sınırlandırır.

Şiddet karşısında genel eğilim başkası şiddete maruz kaldığında uzun boylu tepki göstermemek; öte yandan şiddetten sakınmaya çalışmak olarak özetlenebilir. Bu süreklilik hafızası hem sessiz bir onaya hem de şiddetten sakınmaya dayalı ikili dinamik yaratarak, şiddetin toplumsal ilişkilerin bütününü belirleyen temel dinamik olmasını önler.

Peki hafıza hangi durumda şiddeti sınırlayan bir faktör olmaktan çıkarak, şiddet üreten bir güce dönüşür? Kendi çocuklarını düğünlerde kaybeden insanlar şiddetten uzak durmak konusunda aynı motivasyonu gösterebilirler mi? Bu son soruyu soruyor olmamız bile çok ciddi bir tehlike çanı!

* * *

Bu yazıyı Savo Heleta’nın Bosna’da geçen çocukluğunu anlattığı Ölüm Sırası Bende Değil başlıklı kitabındaki gözlemiyle bitireyim:

“Ben çok küçükken fark ettim ki Bosna’da olan dünyanın her yerinde olabilir. Hayatları boyunca birlikte yaşamış insanların hiçbir ortak anıları yokmuş gibi birbirlerini sırf farklı bir etnik gruptan, renkten, dinden diye öldürmeleri bir an meselesi. Bunu engellemek için sadece demokratik bir anayasa, insan haklarını garanti eden kanunlar, düzeni sağlayan polis, adaleti sağlayan bir yargı yetmezmiş. Bunlara inanan liderler de gerekirmiş. Bu bize oldu. Size de olabilir.”