YAZARLAR

Yanılgıdan kurtarmak, aşağılamak değildir

Ünlü Dostluk söylevinde Cicero, “Biri gerçeği duymak istemediği, öteki yalana hazır olduğu zaman, dostluk, dostluk olmaz” der.

Geçen yazıda, kitlelerin içinde bulundukları gerçekliği doğru algılamada sorunlar yaşadığından söz ediyorduk. Devam edelim…

Konuya ilişkin elimizde bir yığın örnek varken bir de Gaziantep’teki IŞİD saldırısı yaşandı. Bunun da yine, gerçekliğin kendi izahı ile değil, bir mitle, FETÖ, PKK ve IŞİD’in Türkiye’yi yıkmak üzere işbirliği içinde olduğu ve bunun da bir “üst akıl” tarafından yönetildiği miti ile “açıklandığı”nı gördük. Dünyanın böyle bir takım mitlerle anlaşılmaz kılınmasının şaşmaz sonucu, insanların hem kendileri hem de yaşadıkları gerçeklik hakkında yanlış bilinç edinmeleridir. Ve bu, ortaya çıktığı her anında hazin bir manzaradır. Bombanın hangi mahallede, kimlerin düğününde patladığına göre tepki vermek, böyle bir manzaradır. Burada toplumun bir kesiminin diğer bir kesimi hakkında edindiği yanlış bilinç olarak kin duygusu ağır basıyor. Bu da yeteri kadar hazindir ama daha hazin olanı insanın bu yanlış bilinci kendisi hakkında edinmiş olmasıdır, başkasına ilişkin yanlışının kökü de buradadır zaten.

YENİKAPI VE KILIÇDAROĞLU

Yenikapı mitingi böyle bir manzaraydı mesela. Bilindiği gibi Kemal Kılıçdaroğlu da burada bir konuşma yaptı. Kılıçdaroğlu, kendi tabanı olmayan kitleye parlamenter demokrasiden, hukukun üstünlüğünden, bunların insan hayatındaki öneminden bahsetti, konuşmasının bütün kurgusu, vurgusu bunun üzerineydi. Hatırlanacağı gibi, kitle pek umursamadı. Galiba, dinlemediği için, duymadı bile. Konuşmasının hiçbir cümlesi kitlenin teveccühüne mazhar olamadı. Belki bir iki sönük el çırpma, o kadar. Diğerleri, Bahçeli, Yıldırım ve Erdoğan, “Türk'e Türk'ün propagandası” dediğimiz o bildik söylem içinde, “Sizler…” diye başlayıp ezan, kan, kuran kutsallarıyla örülmüş bir “aziz ve kahraman millet” övgüsü yaptı. Alkışı hurrayı da yine onlar kaptı.

Kitlelerin yoksul hayatlarında her şeyi değiştirecek meselelere bu ilgisizliği, lakin hiçbir şeyi değiştirmeyecek kuru övgüye bu denli düşkünlüğü, yıllar öncesinin bir televizyon programında çok daha manidar ve trajik biçimde yaşanmıştı. Ali Kırca'nın meşhur Siyaset Meydanı'nda o hafta İstanbul'da yoksul bir mahalle lisesinde işlenmiş ve o dönem kamuoyunda çok ses getirmiş bir aşk cinayeti konuşuluyordu, bütün program buna ayrılmıştı. Karşılıksız aşkının intikamı için ders anında sınıfı basan mahalleden bir genç, sevdiği kızı ve kendisine engel olmaya çalışan öğretmeni öldürmüş, öğrencilerin müdahalesiyle de yakalanmıştı. Öğrenciler ve okul müdürünün yanı sıra programın konukları arasında İl Milli Eğitim Müdürü ve sosyal bilimci Prof.Dr.Ünsal Oskay da vardı. Okulun ve Milli Eğitimin müdürleri, beklendiği gibi, “Bu gençler…” diye başlayıp ahlâk ve yiğitlik manzumesiyle örülü bir “kahraman Türk genci” övgüsü yapmıştı. Söz sırası Ünsal Hoca’ya geldiğinde, o da, “Yoksulluk, kaba saba bir hayat demektir. Kötü evler, kötü sokaklar, kötü okul binaları incelmiş bir hayat vermez insana. Bu gençler inceliksiz bir hayata terk edilmişler, iyi edebiyattan, iyi müzikten, lirik şiirden uzak bırakılmışlar, o yüzden her şeyleri gibi aşkları da kaba saba…” deyiverdi. Stüdyoda kıyamet koptu.

Gençler, Hoca’ya kızmıştı. Bağırış çağırış, ıslık, itiraz, hakaret… Yoksul gençler, orada herkesten fazla kendileri için çarpan bir kalbi hoyratça kırıp üzerinde tepindiler. Onları İl Milli Eğitim Müdürü sakinleştirdi. “Elbette haklısınız çocuklar, ama…” gibisinden gönüllerini aldı ve bir Türk genci övgüsü daha patlattı. Alkışı hurrayı da yine o kaptı.

DOSTLUK VE GERÇEK

Her zaman böyledir bu. Alkışı hep onlar alır. Onlar ki alkışlayan kitlenin yoksulluğunun, güvencesizliğinin, kaba saba hayatının tek sorumlularıdırlar. Onların milliyetçi, mukaddesatçı politikalarında yoksul kitleler, insani gerçeklik alanı değil, kan ve imandan müteşekkil bir ordudur. İktidar, içinde bulundukları yoksul halleriyle sever onları. Maddi dünyada hiçbir şeye sahip olmayan yoksul gururlarını maneviyatla okşamaları bundandır.  Ama Ünsal Hoca ve şahsında temsil ettiği aydınlar, halkın dostlarıdır.

Dostlarının iyilikleri için her koşulda gerçeği söylerler, hoşa gidecek yalanı değil. Ünlü Dostluk söylevinde Cicero, “Biri gerçeği duymak istemediği, öteki yalana hazır olduğu zaman, dostluk, dostluk olmaz” der. O yüzden aydınlar müstakbel dostları gerçeği duymak istemeseler dahi yalana başvurmazlar. Ama bu onları, doğal olarak, kızdırır. Mesela, tutuklanan yazar Aslı Erdoğan’a destek vermesini, bu yüzden, hiçbir zaman bekleyemezsiniz. Çünkü bu yazar, yazdıklarıyla topluma “Sizin vicdanınız yok mu?” diye bir soru sormuş oluyor ve bu da onları kızdırıyor.

Mesele demek o denli kadim bir mesele ki Yunanlı bilge Epiktetos’un da buna dair çarpıcı bir örneği vardır: Bir hekimin hastasına “Sıtmaya tutulmuşsunuz, hiçbir şey yememeniz gerekiyor, yalnız su içebilirsiniz” demesi hastayı kızdırmaz. Ama filozofun cahile, “Azgın arzularınızın nihayeti yok, endişeleriniz bayağı ve sefilce, kanaatleriniz sahte ve yanlış” demesi cahili öfkelendirir. Öfkelenmemesi gerekir diyor Epiktetos; “Nasıl ki biri hasta ise, diğeri de cahildir.” Yani kendi gerçeklikleridir yüzlerine söylenen. Şifacısına kulak veren hasta ile aşağılandığını zanneden cahil arasındaki fark şuradan ileri gelir: Hasta acısının farkındadır, çünkü onu hisseder, cahil ise hissetmediği için farkında değildir. Farkına varması için uyarılmıştır, aşağılandığını düşünmesi son derece yanlıştır. Çünkü: “Yanılgıdan kurtarmak, aşağılamak değildir.” (Ölümsüz Don Kişot'un eşsiz cümlelerinden birinde böyle söyleniyor.)

SEÇKİNCİ TUTUM VE AYDIN

Kitleleri böyle insani gerçeklik karinesiyle ele almak, insana sorumluluk yükleyen, huzur bozucu bir bilgi edindirir. O insani gerçeklikte, yaşadığımız hayatın, bilhassa yoksul kitlelere yönelmiş büyük şiddeti var. Ünsal Hoca kalibresindeki aydınlar, gerçekliğin içindeki bu şiddete, bizim meşhur kentli orta sınıf fanatizmimizde olduğu gibi seçkinci bir tiksinmeyle uzaktan bakmaz, kendi huzurunu bozmayı göze alarak göğüslemeye çalışır onu. Seçkinci modernlerin kitlelere ilgisinden böyle bir külfet yüklenmesini beklemek nafiledir.

Tercih ve eğilimleriyle bizi endişelendiren halk gerçekliğinde, yaşadığımız hayatın uyguladığı şiddetin etkisi öylesine büyük ki, uzaktan öylesine bir bakışla, mesela Sözcü'de köşe yazan İzmirli bir endişeli modern, ya da snob bir eski Hürriyet Genel Yayın Müdürü bakışıyla, bu gerçekliğin anlaşılmasının imkânı yok. Kitlelerin kaba saba hayatlarına terk edilmişliğinde, kendi gerçekliğinin aleyhindeki partilere oy verişinde vs., bazen alaycı, bazen öfkeli biçimde dışa vuran, halk yığınlarında tarih için yararsız bir yükten başka bir şey görmeyen ama buna karşılık sorunu akıldışı toplum düzeninde değil de kitlenin sahip olduğu düşüncelerde, mesela dinde gören bu fanatizmin de payı olduğunu kabul etmeliyiz.

GERÇEĞİ SÖYLEME HAKKI

Felaketler insana bazı haklar verir ve yoksulluk da en büyük felaket olduğundan (ölümsüz Don Kişot’tun eşsiz cümlelerinden biri de şudur: “Yoksul bir insanın ne denli bedbaht olduğunu ayrıca söylemenin gereği yoktur, yoksul insan iyi olan her şeyden yoksundur”…) insana en fazla hakkı da o verir, demokrasi ve hukukun üstünlüğü vurgusu yapan siyasetçiye ilgi göstermemek, terkedildikleri kaba saba hayatın incelikli aşka yer bırakmadığını söyleyen toplumbilimciye öfkelenmek, bir yazarın yazdıklarından ötürü hapse atılmasına ses çıkartmamak, yanlış partinin seçmeni olmak gibi haklar da buna dâhil. Ama bu felakete uğramışlıkları, dostları olan aydına da bazı haklar verir. Bunun en başında da gerçeği yüzlerine söyleme hakkı gelir.

Ülke geleceğine dair artık duymaya alıştığımız karanlık senaryoların ve ihtimallerin önüne ancak, bütün trajik ve korkunç görüntüsüne rağmen, kitleselliğin bütün sorunlarına sahip çıkmaya devam etmekle geçilebilir. Özlemi çekilen insani dünyanın kuruluşunda kitlenin işbaşında olması gerektiğini bilen herkes bunu kabul eder. Zekâ kıvraklığına, görüş keskinliğine gerek kalmayan basit bir gerçekle karşı karşıyayız: İnsan, koşullar tarafından biçimlendirilmişse, koşulları insani olarak biçimlendirmek gerekir.