Aydın Bulut: O dönem kameraman olarak çalışan namuslu arkadaşlar vardı

Aydın Bulut ile sinema ve Gazi Olayları belgeseli ile ilgili konuştuk. Bulut, "O dönemde televizyonlarda kameraman olarak çalışan çok namuslu arkadaşlarımız vardı" dedi.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Aydın Bulut ile sinemaya nasıl başladığını, aldığı eğitimi ve yönetmenliğini yaptığı filmleri konuştuk. Konu, Gazi Olayları’nı konu alan belgeseli, Gazi Mahallesi Belgeseli’ne gelince Bulut, “Barikatlarda kamera vardı. Bir de o dönemde televizyonlarda kameraman olarak çalışan çok namuslu arkadaşlarımız vardı. Kanalların göstermeye cesaret edemediği pek çok görüntüyü bize ulaştırdılar.” diyerek yaşanan süreci anlattı.

Aydın Bulut Aydın Bulut

Çocukken nasıldı sinemayla ilişkiniz?

Annemle babam doğumumdan bir gece önce Kamburun Bahçesi’nde 'James Bond Gold Finger' filmini izlemişler, anlayacağınız ikisi de sinemaya çok meraklılardı. Her hafta mutlaka bir filme giderdik. Bir de hatta öyle bir şey oldu ki ben altı yaşındayken bir filmde çocuk oyunculuk yaptım. Hayatıma sinema böyle girdi aslında. Fatma Girik’in başrolde olduğu 'Talihsiz Yavrum' isimli bir filmle…

Siz 'Talihsiz Yavru' muydunuz?

Yok, ben talihli olan yavruydum. 'Talihsiz Yavru', o zamanların çocuk yıldızlarından biriydi. 1974 yılında yapıldı o film. Ama mesele şu şekilde çok öğretici oldu: Yani hala zihnimde yer alır o görüntüler. Bir yangın sahnesi vardı mesela, o sahnenin nasıl teknik yetersizlikle, sadece insan gücü ve büyük risklerle çekildiği filan hep zihnimde… Dekor bas baya yakılmıştı, üstümüze “film icabı” düşecek olan kalaslardan, bizi Fatma Girik “gerçekten” kurtarıyordu... Kimilerinin “Yeşilçam filmleri işte” diyerek küçümsedikleri o filmler, insanların sessiz, mütevazı kahramanlıklarıyla çekiliyordu böyle… Yeşilçam bizim tarihimiz...

Sinema hayatınızda hep vardı diyebiliriz o zaman…

Tabi… Babam çok iyi bir film izleyicisiydi, farklı türlerde filmler izlettirirdi bana. Sadece Beşiktaş’ta da değil, Şişli’de Kent, Site sinemalarında, Harbiye’de Konak ve As da dahil, pek çok film izledik birlikte... 'Star Wars' ve 'Rollerball', izlediğim sinemaların kokusuyla hatırladığım filmlerdir mesela… Büyüdükçe, yaşadığım yerler de değişti. 1979 yılında Beyoğlu’nda bir okula başladım. O dönemden itibaren de Beyoğlu’ndaki sinemalarla tanışmaya başladık.

Başka Semtin Çocukları, Aydın Bulut. Başka Semtin Çocukları, Aydın Bulut, 2008.

Bu dönem 80’lere tekabül ediyor herhalde…

Evet. 80’ler okuldan dolayı benim daha çok Beyoğlu’nda olduğum yıllar. O yıllarda da sürekli sinemaya gidiyordum. Fellini’nin 'Amarcord' filmini izlediğim günü hiç unutmam, ondan sonra sinemacı olmayı ciddi ciddi düşünmeye başladım.

74 yapımı Fellini’nin filmi hani…

Evet, evet. 74 yapımı ama geç geliyordu o zaman filmler… Emek Sineması’nda izlemiştim. 84 ya da 85 senesiydi…

'İÇİNDE KARA MİZAH BARINDIRAN FİLMLERİ ÇOK SEVİYORUM'

Sizin o dönemde Amarcord’u izleyip sinemacı olmaya karar vermeniz önemli bir nokta… Çünkü sizin bu denli ağır ve “sanat sineması” diye kodlanan bir film üzerinden sinemaya sempatiyle yaklaşmanız 70’li yılların kültürel birikimiyle de alakalı sanırım.

Belki de… Bilmiyorum ama o film beni çok etkilemişti. Her izleyişimde aynı etkiyi uyandırır bende. Filmin hem şiirsel gerçekçi bir tarafı vardır hem de çok politiktir. Faşizmle ince ince alay eder. İçinde kara mizah barındıran politik filmleri çok seviyorum. Mesela Anthony Quinn’in oynadığı 'Kasabanın Sırrı' diye bir film vardır ya, bazıları o filmi çok naif bulur, sinematografik değerini düşük bulanlar da vardır ama müthiş bir anti-faşist filmdir bana göre. Fellini filmlerinde her zaman tatlı bir mizah vardır, 80’li yıllarda çok sıkı bir Fellini hayranıydım.

Sinema okumaya tam olarak ne zaman karar verdiniz peki?

Lisedeyken karar vermiştim. Tabi o kararda şunun da etkisi oldu, Mimar Sinan Üniversitesi Sinema- TV Bölümü o yıllarda halka açık film gösterimleri yapmaya başlamıştı ve bizim ev okula çok yakındı. On dakika yürüme mesafesindeydi, haftada mutlaka iki ya da üç filme gidiyordum. Okul yönetimi bir kart çıkarmıştı onunla okula girebiliyor, film izliyordunuz. Okulun koridorlarına ilk olarak bu sebeple adım atmıştım.

Üniversitenin içinde yapıyordu gösterimi yani…

Evet, şu anki ana binada yapılıyordu gösterimler. Okulun güzel bir salonu vardır. Bazı gösterimler inanılmaz kalabalık olurdu. Orada çok fazla film izlediğimi söyleyebilirim. Ayrıca Fransız Kültür Merkezi de bir dönem çok iyiydi… Her hafta programı değişiyordu ve çok sayıda film gösteriliyordu. Yani, okula girmeden önce pek çok film izlemiştim ben aslında.

Lisedeyken sinemayla ilgili bir faaliyetiniz oldu mu?

Ben Galatasaray Lisesi’nde okudum, sene 1987, okulun bir kültür şenliği geleneği var fakat en son 83 yılında yapılabilmiş, sonra seksenli yılların faşizan rüzgârından o da nasibini almış. Okul yönetimi son derece baskıcı ve tutucu o dönemde, buna rağmen biz kültür kollarındaki arkadaşlarla kafa kafaya verip şenliği yapmak üzere harekete geçtik. Vakıf sayesinde buna biraz finans sağladık. Elimizde makbuzlarla lise mezunlarının kapısını çaldık ve para topladık. Cumhuriyet Kitap Kulübü’yle anlaşıp okula kitap stantları kurdurduk, imza günleri yapacağız, ilk gelenlerden biri de Ali Sirmen… İdare “Barış Davası’ndan içerde yatmış solcu bir adam okula gelemez” diyerek, hem imza gününü yasakladı, hem de Kitap Kulübü’nü kapattırdı. Anla yani nelerle uğraştığımızı...

Ama benim için esas önemli olan şey, okulun makine dairesinde bir kenara atılmış, bozuk duran projeksiyon makinesini tamir ettirip, Tevfik Fikret salonunda film göstermek için peşine düştüğümüz maceraydı... Bozuk makineyi yüklendik, Ağa Camisi’nin arkasında izbe bir bodrum katında çalışan bir tamirciye götürdük, Onat Kutlar’ın ve birkaç başka sinemacı ağabeyimizin kapılarını çaldık, onlardan aldığımız film kutularını ve afişleri sırtladık. Sonuç olarak yıllar sonra o salonda projeksiyon ışığını perdeye düşürmeyi başarmıştık. Üç film gösterdik, Coppola’dan 'Rumble Fish', Ali Özgentürk’ten 'At', Truffaut’dan 'Son Metro'. Hatta bir de söyleşi düzenledik; Ali Özgentürk ve Atilla Dorsay’ın katılımıyla...

Benimle Oynar Mısın?, Aydın Bulut, Benimle Oynar Mısın?, Aydın Bulut, 2013.

Liseden sonra doğrudan Mimar Sinan Üniversitesi Sinema- Televizyon Bölümü’ne mi girdiniz?

Hayır, araya başka bir yer daha girdi. Edebiyat okumaya başladım çünkü sinema okumaktan çok emin değildim. Yani sinema okumak istiyorum ama Türkiye’de gerçek bir sinema eğitimi var mıydı, emin olamıyordum. Bunun gibi sorular vardı kafamda. Daha çok yurtdışına gitmek vardı aklımda. Sonuç olarak bu sorularla 1987 yılında üniversite sınavına girdim. Boğaziçi Üniversitesi Edebiyat Fakültesi böylece başlamış oldu hayatımda. Dört sene kadar Boğaziçi’ndeydim. O yıllar daha çok öğrenci derneği çalışmaları ve fotoğraf kulübü faaliyetleriyle geçti.

Belli bir noktada hayatımda yeni bir eşiğe gelmiştim ki ortak bir arkadaşımız beni Özer Kızıltan’la tanıştırdı. Özer, Mimar Sinan Üniversitesi’nde sinema okuyordu, bana okulu anlattı. Usta – Çırak ilişkisi tam aradığım şeydi benim. Ustalar da Lütfü Akad, Duygu Sağıroğlu, Nedim Otyam, Metin Erksan gibi isimler bu arada. Sonunda kendimi yine o film izlemek için girdiğim koridorlarda, o salonda buldum. O zamanlar okula yeni gelenlere salonda izletilen ilk film Pontecorvo’nun 'Quemada' filmi olurdu, ikinci film de 'General Patton'. Sami Hoca (Şekeroğlu) çok kendine has, birikimli, sinema sevgisiyle yaşayan özel bir adamdır.

Sizin filmlerinizde şöyle bir şey var: 'Gazi Mahallesi' Belgeseli, 'Babaanne' kısa filmi, 'Başka Semtin Çocukları' ve 'Benimle Oynar mısın?' mekânla ilişkili olan filmler… Bir semt kültürü var bu filmlerde…

Semt yaşantısı ve kültürü, mekân - zaman ilişkisi, tarih, benim her zaman ilgimi çeken konular oldu. İstanbul dünyanın en eski kentlerinden bir tanesi… Burada her türlü hayat hikâyesini bulabilirsiniz. Aynı anda pek çok zamanı yaşatır bu kent size. Orhan Pamuk bunu edebi olarak o kadar güzel anlatıyor ki... Bu arada bir şehrin kenar semtleri bulunduğu memleketin anlık halini ve yaşanan çağın tanıklığını çok çarpıcı bir biçimde sunabiliyor. O nedenle her zaman ilgi çekici olmuşlardır.

Peki, daha somut olarak mesela Gazi Mahallesi’nde sizin ilginizi çeken şey nedir, sinemacı olarak?

Öncelikle ilgimi çeken şey, kendini koruma refleksi aslında. Saldırılara karşı kendini korumaya çalışan bir topluluk var orada. Çok ciddi bir ekonomik baskı altında kendilerini var etmeye çalışıyorlar. Bu inançlar için de geçerli. Hâkim olandan farklı bir inanca sahipsin, kendini nasıl koruyabilirsin? Kendi inandığın gibi nasıl yaşayabilirsin? Sistem seni atomize ediyor ve sen ancak kendini dayanışmayla var edebiliyorsun fakat kendi kimliğini kurmaya, kendi benliğini var etmeye çalışırken, o dayanışmada olduğun topluluğun içinde eriyip, yok olmak da istemiyorsun ve bazen o yoksulluğun içinde sonsuz yalnız kalabiliyorsun. Çok sert bir varoluş mücadelesi...

'Gazi Mahallesi Belgeseli'nin ortaya çıkışı o dönemde yaşanan Gazi Olayları değil mi? Hüseyin Kuzu sizin belgeseliniz için, “Kamera ilk kez polislerin arkasında değil de protesto edenlerin yanındaydı.” diyor.

Çok doğru bir tanımlama. Barikatlardaydı… Barikatlarda kamera vardı. Bir de o dönemde televizyonlarda kameraman olarak çalışan çok namuslu arkadaşlarımız vardı. Kanalların göstermeye cesaret edemediği pek çok görüntüyü bize ulaştırdılar. Öyle kolektif bir çalışmanın ürünü olmuştu o belgesel.

Hatta belgeselin kurgusunu da Hüseyin Karabey yapıyor, bildiğim kadarıyla. Bu 90’larda politik sinema yapan insanlar arasındaki dayanışma ruhunu göstermesi açısından çok kıymetli…

Tabii, Hüseyin’le o sayede tanıştık. Evrensel Kültür Merkezi’nde film gösterimleri yapılıyordu yine o dönemlerde. Beyoğlu’nda bir hareketlenme vardı. Çağdaş Sanat Atölyesi, Mezopotamya Kültür Merkezi pek çok yeni sinemacının birbirini bulduğu, beslendiği mecralar oldu.

Çağdaş Sanat Atölyesi ne zaman, hangi şartlarda kurulmuştu?

Çağdaş Sanat Atölyesi, Zeytinburnu’nda tekstil atölyelerinin arasındaki bir sokakta kurulmuştu. Öğrencileri, işçileri ve aydınları buluşturan ve onları sanat üretimine teşvik eden bir oluşumdu. Önce tiyatro ve müzik çalışmaları başladı, sonra fotoğraf ve sinemayla etkinlik alanı genişledi. Beyoğlu’na taşınıp üretime orada devam etti.

“Yeni Sinemacılar”a gelirsek…

Orası öncelikle ilk filmlerini yapacak yönetmenlerin birbirini bulduğu bir odak, bir alan olarak düşünüldü ve öyle hareket edildi. O yüzden mesela çekilen ilk üç film, yönetmenlerin ilk filmleridir: Leoparın Kuyruğu, Gemide ve Laleli’de Bir Azize…

Hatta siz 'Gemide' filminde asistanlık yapıyorsunuz...

Evet, 'Gemide' filminde Serdar Akar’ın asistanlığını yaptım. 'Başka Semtin Çocukları' fikri ilk olarak o zaman doğmuştu mesela, oturup senaryosunu yazdık o dönemde. Bu ilk üç film bittikten sonra biz ciddi olarak 'Başka Semtin Çocukları'nı çekmek için hazırlanmaya başlamıştık. 1999 yılından bahsediyorum, o dönem Nejat İşler yeni askerden gelmişti, o da filmde oynayacaktı aslında, sonradan Ertan Saban’ın oynadığı rolü... Hatta Nur Akalın da, küçük İskender’in yazdığı bir sokak hikâyesini, bir “Beyoğlu Filmi” çekmek için çalışıyordu, Yeni Sinemacılar’ın yazıhanesinde. Yan yana kendi filmlerimizi hazırlıyorduk, mekânlar, cast falan nerdeyse her şey bitmişti. Sonrasında “Yeni Sinemacılar” başka bir yola gitmeye karar verdi.

O ilk filmler üretilirken ortaya çıkan yüksek insan enerjisi başta ideal olarak söylenen, hayal edilen yöne kanalize edilmedi. Aslında “Yeni Sinemacılar” ilk filmlerini yapan yönetmenlerle ciddi bir çizgi oluşturabilirdi kendisine. Ama olmadı… 'Dar Alanda Kısa Paslaşmalar' gibi bir projeyle ana akım içinde yol almayı seçti. Bugün Avrupa’da ilk filmini yapan yönetmenlerin fon bulmak anlamında büyük şansları var. İlk film önemli bir fırsat, sana yürüyeceğin yolu gösteriyor. Bir sonraki filmini yapma gücünü de getiriyor. O dönemde biz bunlardan çok habersizdik. Eurimages’dan başka bir şey bilinmezdi mesela. Ona da başvuru dosyalarını ancak birkaç kişi hazırlamayı biliyordu.

Peki, siz “Başka Semtin Çocukları”nı çekene kadar 7-8 senede geçti aradan? Neler yaptınız o dönemde?

Televizyona işler yapmaya başladım. İlki TRT için bir TV filmiydi, 'İngiliz Kemal' diye. Sonra 'Yeditepe İstanbul' isimli diziyi kurdum, ilk iki bölümünü çektim, ardından başka diziler geldi, 'Sultam Makamı', 'Ihlamurlar Altında' vs. Bu arada sinema için projeler yazıp bir kenara koyuyordum. Televizyondan yaptığımız birikimle, ilk film dayanışması ve cüzi bir Kültür Bakanlığı desteğiyle 'Başka Semtin Çocukları' sonunda çekildi.