Meriç Öner: SALT arşivi yalnızca kaynak değil

SALT Araştırma ve Programlar Direktörü Meriç Öner ile arşivcilik üzerine bir sohbet gerçekleştirdik. Öner, "Sahip olduğumuz kaynakların erişime açılması SALT’ın kuruluş amaçlarından biriydi" dedi.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Kendini belirli tanımların dışında konumlandıran bir proje ve sergi alanı olarak SALT, 2011 Nisan'ında kurulduğundan bu yana araştırma ve arşiv çalışmaları odaklı programlar yürütmeye devam ediyor. Sergiler dahilinde ve haricinde pek çok konuşma, seminer, film gösterimleri gibi etkinlikler de düzenleyen SALT, programın çeşitliliği ve niteliğiyle katılımcı sayısını artırmayı hedefliyor.

Nisan 2017 itibariyle SALT Araştırma ve Programlar Direktörlüğü’nü üstlenen Meriç Öner ile hem kendisine hem de SALT’ın gündemine dair bir söyleşi gerçekleştirdik. Öner, arşivin tüm kullanıcılara açık olduğunun altını çizerken, arşivin amacının sadece bu konuları bilen araştırmacılara kaynak sağlamak olmadığını vurguladı. Geçtiğimiz Nisan ayında Refik Anadol’un arşiv belgelerinin algoritmalar üzerinden sınıflandığı 'Arşiv Rüyası' isimli medya yerleştirmesi, arşivin izleyiciye/kullanıcıya ulaştırılma biçimlerine dair makina zekâsı üzerinden kurgulanmış yeni bir yöntem ortaya koydu. Meriç Öner, “Kültürü tamamen geçmiş bir arşiv mirasına dayanan bir kurumda bugüne dair ne yapılabileceğini düşünme noktasında Anadol’un projesi, SALT’ın arşivi ve katmanlarının nasıl kapılar açabileceğine çok iyi bir örnek teşkil etti” diyor.

Meriç Öner Meriç Öner

'MİMARLAR ABARTILI BİR İFADEYLE YAPININ YARATICISI OLARAK GÖRÜLÜR'

Söyleşiye sizin çalışma disiplininize duyduğum bir merakı gidermek niyetiyle başlamak istiyorum. Vasıf Kortun sizin için, tabii bir övgü olarak, “İş dağıtmayı benden daha iyi bilir” demişti. Bunun yaratıcı sürece katkısını çok iyi anlayabiliyorum. Fakat bir noktada konuyu toplamak ve bağlamak gerekiyor. Siz bu noktanın geldiğini nasıl anlıyorsunuz? Diğer bir deyişle yaratıcı süreci nasıl disipline ediyorsunuz?

Sanırım bunu kurum yerine projeler üzerinden tarif etmek hem daha haklı hem de daha kolay olur. Çünkü burada tanımlı yürütülen pek çok iş var, benim dağıttığımı iddia etmek doğru olmaz. Projeler dahilinde tecrübeyle gelişmiş bir yöntemim var ki bu da projenin bir sorudan yola çıkmasıyla ilgili. Bir konuyu bildiğim noktaları üzerinden toparlayıp sunarak değil konunun aklımı kurcalayan yönlerini bir iki seneye yayarak ve araştırarak çalışıyorum.

Bu süreç, zaman zaman ilk düşündüğümün tam tersi bir yöne gitmemi gerektiriyorsa buna izin veriyorum. Araştırmalar sırasında mutlaka o ilk soruya yanıt verebilecek farklı disiplinlerden uzmanlar zaten var. Benim refleksim onların dışında bir yerlere gitmek. Zaman zaman da konunun asıl nesnesine yaklaşırken alışık olduğumuz muhatapların dışındakilere yönelmek de verimli olabiliyor.

Önümüzdeki dönem gerçekleştireceğimiz bir proje buna iyi bir örnek. Bu projede yapı üzerine konuşacağız fakat alışık olduğumuz şekilde mimarlarla değil. Mimarlar, abartılı bir ifadeyle bir yapının baştan sona yaratıcısı olarak görülür, o yapı için çok vakit harcamışlardır ve deneyim kazanmışlardır.

Halbuki o yapının bir de işvereni vardır. Biz her zamanki yönden başka bir yöne gidersek mimarlık ve yapı üzerine farklı bir söz söyleyebilir miyiz? Süreci tetikleyen ve yönlendiren soru sorma ve araştırma biçimi bu. Bu vesileyle bir yandan profesyonel araştırmacı olmayan bir grupla bir araya gelme fırsatı doğuyor.

Bunun yanında profesyonel araştırmacılar da daha önce bakmadıkları bir yönden bakmak için fırsat buluyorlar. Bütün bu süreçte, rol dağıtmadansa çok sayıda grubun bir araya gelebileceği süreçlere aracılık etmeyi seviyorum. Araştırma sürecini önce dağıtıp sonra toplamak daha verimli oluyor. Bu verimli çalışmanın diğer bir kaynağı ise kurum içerisinde herkesin kendi adına daha rahat ve severek yapabildiği şeyleri yapmasına olanak tanımak. Bunun faydasını çok gördüm.

Çünkü yapılması gereken işin sadece son noktasına değil çalışma esnasındaki keyfine de saygım ve sempatim var. Kamuya açık herhangi bir program yapmak belli alışkanlıklarla bir hedefe gitmek gibi algılanabiliyor. Bu hazırlık süreci zaman zaman dizinizin titrediği bir dönem yaşatıyor. SALT’ın sonuç odaklı olmaması bizim için en büyük avantaj. Sonucu hayal etme baskısını üzerinizden çektiğinizde, çıkış sorunuzun yanlış olduğunu fark edip projeyi iptal de edebilirsiniz, başladığınız noktadan bambaşka bir sonuca da gidebilirsiniz. Böyle bir ortamın varlığı kritik.

Örneklersek, geçtiğimiz sene gerçekleşen 'Tek ve Çok' sergisi özgün kopyalar etrafında dönüyordu. Özgün kopya ifadesi, başta 80’lerdeki Türkiye’nin üretim yöntemiyle hafif dalga geçerek uydurduğumuz bir kelimeydi. Ancak baktıkça, bir şeyin kopyalanma sürecinin, özgünlüğü içinde barındırdığını gördük. O üretim dönemine hangi açılardan ön yargılı yaklaştığımızı keşfettik. Sergi sonunda özgün kopyanın ne kadar kritik bir yöntem olduğunu anladık. Bir sene içerisinde bir noktadan 180 derece diğer tarafa döndüğümüz bir süreç yaşadık. Bu ortamı yaratabildiğimizi düşünüyorum. Bu bir yandan öğrenmeyi istemekle alakalı. O nedenle soru sormak kendi adıma daha eğlenceli. İnternet üzerinden kolaylıkla erişebileceğiniz hikayeleri derleyip süsleyerek tekrar koymanın bizim için bir anlamı olmadığı gibi kimse için de olabileceğini sanmıyoruz.

Geçtiğimiz Şubat ayında birlikte gerçekleştirdiğiniz bir söyleşide Vasıf Bey şu ifadeyi kullanmıştı: “SALT, belli projelerinden ötürü bir 'miras makinesi' olma özelliğini taşıyor ama asıl konusu bugünü anlamak için değişik araçlar kullanmak; geçmiş de bu araçlardan biri.” Geçtiğimiz sezon (2016 Eylül - 2017 Haziran) gerçekleşen sergilere baktığımızda SALT “bugün”e dair nasıl bir tanıma ulaştı?

Bana göre bugünün tek bir tanımına ulaşmak mümkün değil. Çoğul olduğunu tartışabilmek için de gerçekten mevcut güncel tanımların işe yarayıp yaramadığına bakmak gerekiyor. SALT’ın ilgilendiği disiplinler çerçevesinde düşünelim: Güncel sanat, mimarlık, sosyo-ekonomik tarih üzerine yapılan tanımlar doğru mu, işe yarıyor mu, kısır olduğu yerler var mı? Şu an bu kurumun uğraşması gereken şeyler bunlar. Buna geçmiş tabii ki çok iyi bir araç oluyor. Çünkü bugün konuştuklarımızın kökü geçmişte yatıyor. 'Tek ve Çok' sergisiyle ilgili bahsettiklerim de bununla ilgiliydi. Bugüne bakmaya çalışırken tek bir yerden karara varmak doğru değil.

Bu noktada elimizdeki katmanlı arşivlerin varlığı, her bakanın bilgisi ve birikimiyle yeni bir şey söyleme potansiyeli taşıması adına çok önemli. Elimizdeki bu miras makinesi, her zaman kullanabileceğimiz bir kaynak görevi görüyor. Biz SALT’ta her gün arşivimize dönerek yepyeni bir sergi açabiliriz ama hiç böyle bir refleksimiz yok. Genelde belgelerin bir konuşmaya aracılık edebileceğini düşündüğümüz noktada kamuyla iletişime girmelerini sağlamayı tercih ediyoruz. Bu açıdan mirasın üstünde bir kontrolümüzün olduğunu söyleyebiliriz. Bir yandan da hiç kontrolümüz yok çünkü bunları hepsi 'saltresearch.org'ta herkesin erişimine açık. Sergi ya da proje üzerinden sunduğumuzda ise bakanın inisiyatifine kalan bir durum da var.

. .

Yine 'Tek ve Çok' sergisi üzerinden düşünürsek o sergiye bir nostalji mekânı gözünden yaklaşılabilir. Fakat sergi, karaktersiz bir dönem olarak zihnimizde yer alan 1980’li yılların Türkiye’sine dair beğensek de beğenmesek de kendine has sahip olduğu bir karakterin varlığını ortaya koydu. Dolayısıyla topu karşı tarafa attığımız yerde kalıyor. Geçmişten gelenle beslenerek bugünle uğraşımızı gösteren bir diğer örnek de Refik Anadol’un 'Arşiv Rüyası' enstalasyonu. Gündemde en yoğun haliyle tartışılan yapay zekanın, hayatımıza getireceklerini tedirginlikle bekliyoruz. Bir kısmını farkında olmadan yaşıyoruz da. Kültürü tamamen geçmiş bir arşiv mirasına dayanan bir kurumda bugüne dair ne yapılabileceğini düşünmek tam da Vasıf Kortun'un kendi tarif ettiği şeye denk düşüyor. Anadol’un projesi, bugünün en kritik tartışması çerçevesinde SALT’ın arşivi ve katmanlarının nasıl kapılar açabileceğine çok iyi bir örnek teşkil etti.

SALT'TA İŞİNİ ÇOK İYİ BİLEN BİR EKİP VAR

SALT’ın en çok dikkatimi çeken yönlerinden biri de ekip vurgusu yapması. Örneğin Araştırma ve Programlar ekibinin tek bir ofisi ortak kullandığının, herkesin açıklık ve yakınlık içerisinde çalışmasına olanak sağlaması açısından altını çiziyorsunuz. Ekibin farklı düşünen ve müzakere eden yapısını da vurguluyorsunuz. Bu ekipten bahsedebilir misiniz? Kaç kişilik bir ekip çalışıyor SALT’ta? Departmanlaşmayı neleri göz önüne alarak şekillendiriyorsunuz?

Burada çok kritik ve ciddi bir rutin var. SALT’la ilgili konuşurken pek nicel şeyler üstünden gitmeyiz fakat program sayısına ya da çeşitliliğine bakarak da bu görülebilir. Dolayısıyla SALT’ta kendi yaptığı işi çok iyi bilen ve bu kurumla birlikte büyümüş olan bir ekip var. Her zaman vurguladığımız şey, arşivin çok ciddi uzmanlıklar gerektirdiği. Bir arşivin SALT’ta olup olmaması gerektiğine karar verilmesi, o kararı vermek üzere araştırma yapılması, arşive katılan belgelerin 30-40 sene sonra hala kullanılabilir olmasını sağlayacak en doğru şekilde kataloglanması gibi pek çok başlık var. Bir kelime hatası bile önümüzdeki on yıl basılacak tüm kitaplarda aynı şekilde tekrar edebilir.

Dolayısıyla zaman zaman geriye dönük kontrollerin yapılması, eksiklerin düzeltilmesi gibi işler de var. Bütün bu işleri yapan ekibin çok farklı disiplinlerden gelmesi gerekiyor. Ekibi çok fazla sayı üzerinden kurmayı doğru ve anlamlı bulmuyoruz. Zaman zaman belli programlar ve ihtiyaçlar dahilinde büyüyoruz. SALT’ta aslında tipik bir sanat kurumunun yapılandırması yok, departmanlar üzerine kurulu değil. Burada sanat tarihçileri, mimarlık tarihçileri, sosyal bilimciler, ekonomi üzerine çalışanlar, editörler gibi çok farklı disiplinlerden uzmanlıkların olduğu bir ekip var. Ama bu uzmanlıkları, SALT adına bir kafese koymak için değil birbirimizle konuşmak üzere yaratmaya çalıştığımız bir ortamda değerlendiriyoruz. Bu konuda belli bir ölçüde becerikli olduğumuzu düşünüyorum. Sonuçta herkes, kendi ilgilendiği alanın sorumluluğunu yükleniyor.

Uzunca bir süredir gündemde ve gelişmekte olmakla birlikte teknolojinin en önemli konularından biri büyük verinin nasıl işlendiği konusu. Sizin de bahsettiğiniz, geçtiğimiz Nisan - Haziran ayları arasında gösterilen Refik Anadol 'Arşiv Rüyası' çalışması da bize bu konuyla ilgili pek çok şey söyledi. Fakat tabii veriyi işleme meselesi dünyanın da üzerinde harıl harıl çalıştığı, sürekliliği olan/olması gereken bir çalışma alanı. Dolayısıyla stratejik planlama ve projelendirme konusu zaman kaybetmemek ve gelişmek adına çok önemli. Bu konu, arşiv çalışmaları adına yoğun olarak gündeminizde mi? Nasıl bir planlama içindesiniz?

Sahip olduğumuz kaynakların erişime açılması SALT’ın kuruluş amaçlarından biriydi. Ama arşivimizdeki yaklaşık 1.800.000 belgeye sizin ifade ettiğiniz gibi bir data olarak görüp yeni ve çarpıcı şeyler çıkmalı gözüyle bakmıyoruz. Bizim gündemimizde olan verinin bir yere ne kadar sağlıklı erişebildiği. Refik Anadol ile de yaptığı çalışma üzerinden de hep bunu konuştuk. Bir insanın bilgiyi kataloglama esnasında yaptığı basit bir hatanın yapay zekayla çözülebilmesi çok önemli bir gelişme olurdu. Bu, bizim takip etmemiz gereken bir konu. Verimimizi çok etkileyecek bir gelişme.

Sonuçta bu arşivin amacı, sadece bu konuları bilen araştırmacılara kaynak sağlamak değil. Bu nedenle en başından açık kaynak olarak geliştirildi. Fakat bunun kolaylaştırılabileceği; arama ve bulma sürecinin daha etkin bir hale getirilebileceği yöntemler, yazılımlar var. Bu yöntemleri geliştirebilmek uzun vadeli planlarımız arasında. Çünkü verinin kapasitesi ve depolanması dışında çok ciddi bir işten bahsediyoruz. Evet, bu belgelerin güncel olarak kamunun dikkatini daha çok çekecek şekilde değerlendirilmesinin yanı sıra kullanıcıların daha kolay erişmesini sağlamak günlük sorularımız. Bu soruların bir kısmını bir günde, bir kısmını birkaç yılda cevaplayabileceğiz.

Sizce yakın zamanda sergilerin online dolaşımı fiziki bir sergi gezisinden daha önemli bir hale gelebilir mi? Daha fazla kişiye, uluslararası platformlarda da ulaşılması adına önemli bir konu.

Birincisi, bana göre arşivin kendisinin bir sergi olduğu. Onun için kolay sorgulanabilir olduklarında her yeni soruda yeni bir cevap yaratma potansiyelleri var. Erişimde olmalarının kıymetlerinden biri de bu. İkincisi, fiziki mekânda gerçekleştirilen sergi meselesinin çok iyi bir soru olduğu. Eğitim ve ilgi alanı olarak mimarlıktan geldiğim için mekân benim için değerli. Sergiler, sergilenenlerin mekân içerisinde birbiriyle konuşması üzerinden başka başka sorular yaratabilir. Belki yan yana neyin durduğuna bakmadığımız, işin bu kısmını hızlı geçtiğimiz için sergilerin değerini tartışmakta eksik kalıyor olabiliriz. Ama sergiler mekân dahilinde olmalı gibi bir iddiam yok.

Bunun da öncesinde kendime çok sorduğum bir soru var: Neden sergi yapıyoruz? Önemli olan aynı fikre sahip olmak için değil bazı konuların üstündeki tozu silmek için o konuları tartışmaya açabilmek. Bazı konuları birden çok kez dile getirebilmek. SALT bu haliyle sergileri bir tartışma aracı olarak kullanıyor. Tartışma ortamını yüz yüze konuşarak daha kolay sağlayabildiğimiz zaman sergi yapma gerekliliği de ortadan kalkacaktır diye düşünüyorum. Online'da var olma konusunu ise kendi adıma değerlendirebilirim.

. .

Çevrimiçi olmanın bir çekiciliği var fakat bunu çoktan tükettiğimizi düşünüyorum. Yani kendi adımıza, ben Meriç adına, çevrim içi olmanın çekiciliğini tükettik. O iki boyutlu varlığı aşamadığımız noktada sıkıştık. Bunu mimarlık için söylemek mümkün. Mimarlığın geçtiğimiz son 10-15 senesi, özellikle çok genç ekiplerin dünyanın bir köşesine gidip bir toplulukla birlikte ürettiği şeylerin fotoğraflarıyla dolu. Ama tekrar dönüp baktığınızda onların genelde yaşamadığı örnekler mevcut diyebilirim. Gidip 10 sene sonra baktığınızda o fotoğraf o şekliyle yaşamıyor. Online ortamın anlık olma potansiyeli var. O yüzden çevrim içi sevdasının bir anlamda sönebileceğini düşünüyorum. En azından tatmin edici olmayacağını düşünüyorum.

Sharjah Bienali’nin BAHAR başlığı altındaki İstanbul ayağı, Mart ve Nisan aylarında SALT Galata’da hafta sonu programı formatında birer konuşma ve film gösterimleri serisiyle başladı. Mayıs ayından itibaren de Abud Efendi Konağı’nda performans ve etkinliklerle birlikte sergi gösterildi. Ortadoğu’daki sanat üretiminin genel hatlarını görmek açısından en önemli etkinliklerden biri olarak değerlendirilen Sharjah Bienali’ni ve İstanbul’daki sanat ortamına etkilerini siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

Sharjah Bienali’nin İstanbul ayağını, bienalin dışarıya açılarak kaynak paylaşabilme becerisini göstermesi yönünden çok olumlu buluyorum. Abud Efendi Konağı’ndaki serginin de iyi bir iş olduğunu düşünüyorum. Küratörü Zeynep Öz’le de zaman zaman konuştuğum için şunun altını çizmek isterim. Sergilenen işler Zeynep Öz'ün iki senedir yürüttüğü programlar ve kurduğu iş birlikleri üzerinden oluşturduğu bir seçki. Bienallerin dünyanın bir köşesine bir sürü insanı atmasıyla oluşturduğu genel yaklaşımından çok farklı bu sebeple.

Kaynağını Sharjah’dan bulsa da başlı başına bir sergi. Sergi mekânı olan Abud Efendi Konağı da bu vesileyle hayatımıza enteresan bir şekilde girdi. Bir yandan konağın hikâyesi, pek çok aile tarafından kullanılmış olması İstanbul’un değişen ortamını anlatan izler taşıyor. Bir yandan da konağın Sultanahmet’te yer alması, izleyiciye çok ilginç bir yüzleşme yaşattı. Ben hafta içinde bomboş olan bir Sultanahmet'e gittim. Eskiden alışık olduğumuz ortamın var olmadığını göstermesi bakımından 2017'nin İstanbul'uyla ilgili enteresan bir karşılaşma yaşadım. Bu da Bienal’in niyetlerinin dışında izleyiciye gösterdiği bir gerçeklikti.

Yine Şubat ayında gerçekleşen söyleşiden “Tekrar eden, koşullarını geliştirmeyen, değişmeyen, bir bakıma yaşamayan bir hâlin geçerliliği olamaz” ifadenizi alıyorum. Bu bağlamda SALT’ın 2017 İstanbul Bienali’nin yaratacağı atmosfer sonucu nabzının daha hızlı atacağını söyleyebilir miyiz? Bu süreçte SALT’ta neler izleyeceğiz?

İstanbul Bienali’nin doğrudan bir katkısı olur mu bilmiyorum. SALT Galata her zaman aktif. Programların çeşitliliği de katılımı yükseltiyor. Bu yüzden farklı bir atmosfer yaratarak gündemden etkilenmiyoruz. SALT’ın kendi içinde bir sürekliliği var. Kamu programları Eylül ayında hızlanarak devam edecek. Ayrıca Eylül ortasında iki yeni program başlıyor. Bir tanesi kısa süreli “İşveren” başlıklı bir sergi. Sergi, mimarlığın yapıyla kurduğu ilişkiyi her zaman mimar üstünden kurmasına yönelik bir eleştiri getiriyor. Diğer taraftan, mimarların ürettiklerini sorguladıkları bir dönüm noktasında onlara da başka bir taraftan tekrar bakma fırsatı sunuyor. İçeriğinde 20. yüzyıldan bir kısmı çok tanıdık kurumlar var.

Örneğin ODTÜ, güncel örneklerden SALT Galata’nın kendisi. Bir kısmı biraz daha mimarlık meraklılarının bildiği bir grup yapı. Sergi, bu kurumlara dair belgeler sayesinde mimar işveren ilişkisine odaklanıyor. Belgeler de nitelikli bir yapının iyi bir mimar kadar iyi bir işverene sahip olduğu gerçeğini ortaya koyuyor. Ayrıca İstanbul’u, Osmanlı dönemindeki kadın banilerin, yani bina siparişi verenlerin, üstünden tekrar değerlendirme fırsatı sunacak bir harita hazırlıyoruz. Harita, İstanbul’un dağılımında farklı otoritedeki kadınların neleri yaptırabildiği, hangi yüzyıllarda bu yapıların nerelerde yer alabildiğini görmeyi sağlıyor. Ve bizim çok değerli bir arşivimizi tekrar kullanıma sokmamıza vesile oluyor.

Ali Saim Ülgen, İstanbul ve Türkiye genelinde yapıların incelenmesinde bulunmuş, röleve almış, tamirat gerektiriyorsa bir devlet memuru olarak notlar almış, bu yapıları fotoğraflamıştır. Ali Saim Ülgen arşivi aynı zamanda bugün de gidip görerek karşılaştırma yapabileceğimiz 1930’lar, 40’larda yapılmış yapıların durumunu içeren bir bölüme de sahip.

Diğer program ise eylül ortasında açılarak iki seneye yayılması planlanan 'Yararlı Sanat Ofisi'. Uluslararası bir platformun uzantısı olan programda aynı isimli bir arşiv de var. Biz bu yararlı sanat arşivini mekânda incelenebilir hale getireceğiz. Fakat asıl amacımız farklı coğrafyalardan toplanmış arşive Türkiye’den de katkıda bulunmak. Bir sonraki aşamada belki komşu ülkelerden de katkı sağlamak. Arşiv, sanatla yarar kavramlarını tartışmak için bir araç. Bizim daha çok tartışmaya açmak istediğimiz konu ise kurumların nasıl daha yararlı olabileceği.

Yani sanatçı ve eserlerinin yararlı olmasının ötesinde bugünün kültür kurumunun nasıl yararlı olabileceği, kimlerle iş birliği içerisinde programlar yapabileceği. Biz iş birliği yaptığımız kurumları SALT’ta bileşenlerimiz şeklinde tarif ediyoruz. SALT’ın mekânlarını zaman zaman kullanma talebiyle gelen, daha sonra bizim ortak programlar geliştirdiğimiz farklı disiplinlerden inisiyatifler, ekipler, sivil toplum örgütleri gibi gruplar var. Bu program, onlarla daha yoğun çalışmamıza da vesile olacak.

. .

Diğer taraftan, SALT’ı örneğin araştırma için kullanan insanlarla, bizim daha çok öğrenmemize aracı olacak bir tanışma ve ortaklık geliştirmeyi hedefliyoruz. Zaman içerisinde ne yöne gideceğini biz de daha rahat göreceğiz. Üçüncü katta vaktiyle açık araştırma için kullanılan ofisi de tamamıyla yararlı sanat ofisinin kamu programlarına ayırıyoruz. Açık olduğu diğer zamanlarda hala gidip çalışma yapabileceğiniz ve başka insanlarla da iletişime geçebileceğiniz bir mekâna dönüşmesini umuyoruz. Bunun dışında tabii ki perşembe sineması gibi programlarımız da sonbaharda daha aktif olarak devam edecek. Eylül’ü heyecanla bekliyoruz.

SALT’ın uluslararası platformlardaki yerinden bahseder misiniz?

SALT, L'Internationale isimli bir müzeler konfederasyonunun üyesi. Bu konfederasyonda SALT’la birlikte Avrupa’dan 6 üye var. Bunlar Slovenya’dan Moderna galerija, İspanya’dan Museo Nacional Centro de Arte Reina Sofía ve Museu d'Art Contemporani de Barcelona, Belçika’dan Museum van Hedendaagse Kunst Antwerpen ve Hollanda’dan Van Abbemuseum. SALT, bunların arasında koleksiyonu arşiv olan tek kurum. Diğerleri sanat eseri koleksiyonu olan kurumlar. Geçtiğimiz son beş sene boyunca ortak pek çok program, proje yaptık. 'Tek ve Çok' sergisi de bunlardan biri. L'Internationale, dünya çapında da yavaş yavaş başka türlü bir ilgi uyandırmaya başladı.

Başka türlü ilgiden kastım şu: Çok daha tanınan büyük ölçekli kurumlar, kendilerini sürekli genişleterek ve başka coğrafyalara sıçrayarak yani büyüme yöntemiyle ayakta kalmaya çalışıyorlar. L'Internationale ise bunun dışında bir modeli teşvik eden, herkesin aynı eserin bir kopyasına sahip olması yerine kendi içinde bunları paylaştıran, kaynakların dolaşımına zemin sağlayan, bunların üretimin gelişmesine aracı olarak kullanılmasını önemseyen bir platform. L'Internationale bu anlamda yutan kurum profilinin karşısında daha yerel ve birbirleriyle konuşan kurumları oluşturmayı hedefliyor.

Bunun dışında, SALT’ın açıldığı zamandan bu yana, uluslararası basında çok yeri oldu. Bunların bir kısmı doğrudan projelerle alakalı, bir kısmı da arşiv ve kullanımı konusuyla ilgili. SALT’ın belgelerini açık tutması, buranın kullanılma biçimleri konusundaki açıklık yaklaşımı, uluslararası basının da ilgisini çekiyor. Ücretsiz olmak da bu noktada önemli fakat ücretsiz olup da buraya gelen insanların burada olmaktan memnun olacağı bir ortam yaratmak da önemli. Bütün bunlar ve çok genç olmasa da kendini sürekli yenileyerek eski modelleri taklit etmeden gittiği yol, SALT'ı çok tekil bir konuma sokuyor. Bunun dışında oluşturduğu programlar, departmansız kurum modeli gibi özellikleriyle de uluslararası basında yer alıyor.