Teolojinin modern hali

Hegel’in mutlak ve evrensel devleti bir fanteziden başka bir şey olmadığı için de sözünü ettiğim teolojik-mitsel biçimin boş-merkezine ‘devlet’ oturur. Yani Tanrı’nın yerini Devlet alır. Bu nedenle gerçek bir seküler eleştiri ufkundan yoksun sekülerler ile gerçekte dibine kadar bu dünyaya tapınan dindarlar, gerçekte bir madalyonun iki yüzü gibidirler.

Google Haberlere Abone ol

Hegel, haklı olarak ve çokça eleştirildi; özellikle de kapalı devre bir tarihsel-felsefi sistem nedeniyle, son tahlilde metafizik kapanımın bir söylemini ürettiği için; fakat geliştirdiği olumsuzlama ve kapsayarak aşma kavramları, hem bir şeyin asli kimliğini kuran ögenin olumsuzladığı şey olduğunu göstermesi bakımından, hem de olumsuzlanan bu şeyi gerçekten aşmanın tek yolunun onun içinden geçmek olduğunu ortaya koyması bakımından hala çok şey öğretiyor bize. Tikel anlamda kimliğimizin olumsuzladığımız şeye göbekten bağlı olduğunu herhalde en net biçimde ortaya koyan olgu, gündelik duygu deneyimlerimizde, ‘kendimize’ en çok benzeyen insanlardan nefret etmemizdir.

Bu nefret bir tür öz-nefretin başkasına yansıtılmasından ziyade, aşırı benzerliğin kendi öznel biricikliğimizi tehdit etmesi olgusundan kaynaklanır. Her ne kadar Rene Girard aynılığın, benzerliğin yarattığı bu öznellik buhranını arkaik toplumlara doğru genişletmiş olsa da kendi adıma ben bunun modern bir duygu olduğu kanısındayım. Hegel’in muhteşem saptamasıyla, her modern özne kendini etkin evrenselliğin biricik merkezi olarak görür. Öyle ki bu modern özne, Descartes’ın felsefi sahnenin ortasına yerleştirdiği tekil öznenin tek-bencilliğinin eleştirisini üretirken bile Kartezyen öznenin hayaletinin kendisine musallat olmasından kurtulamamaktadır. Neden?

HEGEL YORUMU SAYESİNDE ANTROPOLOJİK BİR PERSPEKTİF

İlk bakışta, Hegel’i izleyerek bu sorunun bir yanıtını bulmak zor, hatta imkansızmış gibi görünüyor. Çünkü en nihayetinde metafizik bir tarihsel kurgunun spekülatif aşamalarından söz eder Hegel; Tin’in kendi öz-bilincine yürüyüş serüveninin aşamalarıdır bunlar. Fakat Kojeve’nin son derece güçlü Hegel yorumu sayesinde Tin’in antropolojik bir perspektiften de okunmasının mümkün olduğunu biliyoruz. Tin, verili dünyada insan tarafından gerçekleştirilen olumsuzlayıcı ve dolayısıyla da yaratıcı Eylem’den başka bir şey değildir. Bu bakış açısı, Tinin Fenomenolojisi’nin tarih boyunca ortaya çıkmış olan teolojik öğretilerin incelendiği “Din” başlıklı bölümünde örtük olarak şunun ileri sürüldüğünü öne sürme imkanı doğurur: Dinsel düşüncenin gerçek nesnesi İnsanın kendisidir ve dolayısıyla her teoloji zorunlu olarak bir antropolojidir.

Aslında bu türlü bir bakışı ilk geliştiren Feuerbach olmuştu; fakat Feuerbach kendi düşüncesini Hegel’in bir olumsuzlaması olarak sunduğu ve geliştirdiği ‘dinsel yabancılaşma’ kavramı Marx ile Engels’te daha geniş bir yabancılaşma kavramına dönüştüğü için, buradaki ‘antropolojik’ tartışma gölgede kalmış ve hümanizmin teorik bir reddiyle sonuçlanmıştır (tartışmaların hatlarını serimlemeye çalışıyorum, yoksa ben de kendi adıma teorik anti-hümanizmi benimsiyorum).

Dinsel yabancılaşma kavramı özetle şunu söylüyordu: İnsan bir Tanrı’dan söz ettiğini zannederken aslında kendisinden söz etmektedir. Hegel’ci düşünceye göre bu bir öz-bilinç yoksunluğudur; kendisini kendisinin dışında kavrayabilir olmaya dönük bir veçhe içerir bu konum. Fakat konumun asli niteliği yine de bir antropolojik biçimin ve tarzın bir göstergesi olmasında yatmaktadır: Dindar insan kendinden söz ederken bir Tanrı’dan söz ettiğini zannederek yapar bu işi.

Bu anahtarla yorumladığımız zaman, Hegel’in teolojik düşünce ile felsefi (seküler?) düşünce arasındaki gerilimi, içeriksiz (kendi içeriğinden boşaltılmış) tümel-evrensel ile tarihin sonundaki mutlak devlet gerçekleştirilmediği sürece tümel-evrensel bir çerçeveden yoksun kalmaya mahkum tikel arasındaki çatışma olarak gördüğünü ileri sürmek mümkün olmaktadır. İçinde yaşadığı dünyada ve bu dünya için gerçekleştirilen Eylem’le tatmin bulmayı beceremeyen tekil öznenin tek bir sığınağı kalmıştır: Kendi aklı ve kendi zekâsı – Düşünüyorum, o halde varım. Yani Kartezyen öznenin yalnızca kendisinde kalması, bir tür solipsizme hapsolması, teolojinin sunduğu tümel-evrenselden yoksun kalışıyla ilgilidir. Kendisini etkin evrenselliğin biricik merkezi olarak tahayyül eden özne de bu öznedir.

TANRI'NIN YERİNİ DEVLET ALIR

Kendi bireyselliğinden başka bir sığınağı, dayanağı yoktur bu öznenin. Kendisini aşan tümel gerçekliğe yöneldiğinde de bu gerçeklik ona kendisinin ve kendi eyleminin ötesinde göründüğü için, istediği kadar seküler olduğunu ileri sürsün, onun gerçeklik deneyimi teolojik ve mitsel bir biçimin içinde gerçekleşir. Hegel’in mutlak ve evrensel devleti bir fanteziden başka bir şey olmadığı için de sözünü ettiğim teolojik-mitsel biçimin boş-merkezine ‘devlet’ oturur. Yani Tanrı’nın yerini Devlet alır.

Bu nedenle gerçek bir seküler eleştiri ufkundan yoksun sekülerler ile gerçekte dibine kadar bu dünyaya tapınan dindarlar, gerçekte bir madalyonun iki yüzü gibidirler. Her ikisi de kendi çarpık modern öznelliğini biricik ölçüt olarak sunmaktadır; çünkü bu dağınık topografyada ikisinin de kendi ‘biricikliğinden’ başka tutunabileceği bir şey kalmamış durumdadır. Her ikisinin de kimliğinin kurucu öğesi, olumsuzladığı şeye ilişkin imgedir. Bu da onları Girard’ın tabiriyle, birbirlerinin canavarsı ikizlerine dönüştürmektedir.

Agamben, bu türlü bir teolojiye ‘negatif teoloji’ adını veriyor. Eğer bu gerçekten negatif bir teoloji ise, bu teolojiyi pozitif kılan şey, onun –sekülerlik veya laiklik– adına olumsuzlanmasıdır. Bu türlü bir teoloji, kendisini olumsuzlayan bir öğeyi varsaymaksızın çalışamaz ve bu nedenle gerçekte onu olumsuzlayan bir şey yoksa bile kendi fantezi dünyasında onu üretmek zorundadır. Siyasal teori açısından negatif teolojiden ya da bu türlü bir teolojinin tuzağından kurtulmanın tek yolu, bana kalırsa, bir tür ‘siyasal ateoloji’ geliştirebilmekten geçiyor. Ali Topuz’un çağrısıyla Duvar’da yazmaya başlıyorum bundan böyle ve buradaki yazılarımın temel amacı bu türlü bir düşüncenin, kelimenin belirli bir anlamında dinsel olandan bağlarını tam da onun içinden geçerek koparabilmiş seküler bir düşüncenin imkânlarına ilişkin sorgulamalar ve arayışlar oluşturacak.