12 Eylül'ün şiirleri

Devletin kültürel terörü bir tek şeyi hedefliyordu: 12 Eylül rejimi ne istiyorsa o olacaktı. Neye sanat yapıtı, kültür varlığı, edebiyat, şiir diyorsa o kabul edilecekti. Bu dayatmayı karşı çıkmaksızın, sessizce onaylayanlar oldu. Şiir de, o koşullarda ve bu durum karşısında ikiye ayrıldı.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - 1980’de gerçekleşen 12 Eylül askeri darbesi, toplumun son yirmi yılda elde ettiği sosyal, siyasal, kültürel kazanımları yok etmeyi amaçlıyordu. 12 Mart 1971 darbesi sonrasında kendilerince “yarım kalmış” bir hedef - “sosyal uyanış iktisadı gelişmenin önüne geçti” iddiasıyla toplumsal muhalefeti bastırma, sosyalist mücadelenin önünü kesme misyonu - bu kez Kenen Evren’in başını çektiği darbeci generaller eliyle gerçekleşme olanağı bulmuştu.

Sosyal ve siyasal kazanımların elde edilmesinde, kültürel ivme ve gelişmenin gerçekleşmesinde en önemli rolü toplumun örgütlülüğü ve siyasal bilincinin yükselmesi oynamıştı. Bu nedenle darbecilerin birincil hedefi, bu iki gücü kırmak, yok etmek, toplumu örgütsüz bırakmak ve siyasal bilinç açısından geriletmek olacaktı. Bunun için derhal işe koyuldular. Örgütsüz ve bilinçsiz toplumla hedeflenen, iktidar karşısında pasif kalabalıklar, yığınlar oluşturmaktı. Darbe öncesinin tüm edimleri darbeciler ve destekçisi basın yayın organlarınca lanetli hale getiriliyordu. Örneğin “örgüt” sözcüğü, darbenin başını çeken Kenan Evren’in konuşmaları başta olmak üzere her mecrada lanetli hale getirilmişti.

Örgütsüz toplumu pasifleştirmenin bir yöntemi ötekileştirmek, dışlamak ve lanetli hale getirmekken, bir başka yöntem de “melezleştirmek” olacaktı. İşkencelerden geçirilerek boyun eğmeye, biat etmeye zorlanan binlerce solcu, devrimci, sosyalist tutsak oldukları cezaevlerinde İstiklal Marşı söylemeye zorlanıyordu. Okumak için Kuran’dan başka kitap verilmeyerek ve sağcılarla aynı koğuşlara konularak sürdürülen işkenceye yeni boyutlar kazandırılıyordu.

Şükrü Erbaş Şükrü Erbaş

Bu, aynı zamanda bir “karşı aşılama” kampanyasıydı. Böylece direnen kim varsa yalnızca devletin kaba gücü karşısında değil, aynı zamanda resmi ideolojinin önünde de diz çökmeye zorlanıyordu. Kenan Evren solcuları, devrimcileri, sosyalistleri aşırı fikirlerle “aşılanmış” hainler olarak görüyor, bunu değiştirmeyi hedeflediklerini de neredeyse her fırsatta, her konuşmasında dile getiriyordu. Devletin “karşı aşı”, yani “melezleştirme” hamlesinin önemi işte burada belirginleşiyordu. Darbecilere göre toplumun ıslah edilmesi için devlet eliyle aşılanması ve melezleştirilmesi gerekiyordu.

Cezaevindekiler doğrudan işkence uygulanarak “melezleştirmeye” tabi tutulurken dışarıda kalanların yığınlaştırılması, pasifleştirilmesi, siyasal bilinçsiz bırakılması, dolayısıyla karşı siyasal kültürel aşıyla ıslahı, yani “melezleştirilmesi” söz konusuydu. 12 Eylül darbesinin süreklileşmesine yönelik baskıya, işkenceye, zulme kimsenin sesinin çıkmaması, büyük çoğunluğun sessiz kalarak rızasının oluşturulmasına giden yolda bunlar yaşanıyordu.

Kısaca 12 Eylül darbecileri toplumu yeniden kurarak “ıslah etme”ye yönelik faşizan bir projeyle işbaşındaydı. Bu projenin önemli ayaklarından biri de kültürel alanda gerçekleştirilecek “melezleştirmeydi”. Çünkü darbeciler için toplumsal uyanışın belli başlı nedenlerinden biri de kültürel değişimdi. Ayrıca 12 Eylül rejiminin yaşamasını sağlayacak dayanaklar, ancak geniş yığınların her alanda sağlanacak onayıyla inşa edilebilirdi.

Kendine kitle onayı arayan her rejim kültürel ve sanatsal alanlarda da egemenliğini oluşturmaya girişir. 12 Eylül darbe rejimi de zorbalığına, baskısına, insan onuruna yönelik saldırısına karşı toplumsal tepkinin önüne geçmek için kültürel, sanatsal alanın kontrol altında tutulması bakımından gerekli müdahalelerini yapıyordu. Kültürel ve sanatsal üretiminin devlet yanlısı, iktidar uygulamalarına destek veren nitelikte olması şart değildi. Rejime, zorbalık düzenine muhalefet etmeksizin, yaşananlara karşı sessiz kalınması dolaylı biçimde de olsa destek sunar. Öyle de oldu. Kültürel ve sanatsal alanda 12 Eylül rejiminin aslında aradığı desteği bulmak için çok da zorlanmadığını, geriye doğru dönüp baktığımızda daha açık biçimde görüyoruz.

DEVLETİN KÜLTÜREL TERÖRÜ: BİZ NE DERSEK O OLACAK!

Faşizan yöntemlerini sürdüren darbe rejimince gözdağı anlamına da gelen uygulamalarla kitaplar, dergiler, gazeteler yasaklandı. Şairler, yazarlar, her alandan sanatçılar hapsedilemeye kadar varan değişik yollardan baskı altına alınmaya çalışıldı. Devletin kültürel terörü bir tek şeyi hedefliyordu: 12 Eylül rejimi ne istiyorsa o olacaktı. Neye sanat yapıtı, kültür varlığı, edebiyat, şiir diyorsa o kabul edilecekti. Bu dayatmayı karşı çıkmaksızın, sessizce onaylayanlar oldu. Şiir de, o koşullarda ve bu durum karşısında ikiye ayrıldı.

Bugüne kadar 12 Eylül sonrasının şiiri çok tartışıldı, konuşuldu, enine boyuna değerlendirildi. Ama en önemli noktada hem eksik, hem yanlış değerlendirildi. Genel olarak “12 Eylül dönemi” şiiriyle “80 sonrası şiiri” kavramları aynı anlamda kullanıldı, kullanılıyor. Darbe sürecinde yazılan, yayımlanan şiirlerle sonraki uzun dönemi kapsayan ortamda ortaya çıkan şiir aynı perspektifle ele alındı. Bu değerlendirme yanlışlarından biriydi. Çünkü “12 Eylül dönemi” şiiriyle “80 sonrası şiiri” aynı şiir değildi.

“12 Eylül dönemi şiiri”, darbeden önce başlayan ve darbeden sonra da süren hem genç hem de direnişçi bir sesti. Bu genç nitelemesini de geniş anlamıyla düşünmek gerekir. Direnişçiydi, çünkü dile getirdiği duyguların, duyarlılıkların, düşüncelerin karamsarlığında, umutsuzluğunda, mutsuzluğunda bile yaşama sevinci, dünyayı değiştirme arzusu vardı… Verili olanın sorgulanması, iktidara, güce, zorbalığa itiraz, özgürlük talebi, her türlü dayatmanın reddi şairin de, şiirin de doğal tavrıydı. Şiirin bu niteliği, bu çizgisi 12 Eylül darbesinden sonra da sürdürüldü. Ancak “80 sonrası şiiri” gibi başlıklar altında yapılan değerlendirmelerde buna değinildiği söylenemez. Bir bakıma bu şiir hattı yok sayıldı diyebiliriz. O nedenle “12 Eylül ve şiir” söz konusu olunca “12 Eylül dönemi şiiri” ve “80 sonrası şiiri” ayrımını önemli sayıyoruz.

Bu ayrımın yapılması, farklılığın vurgulanması, geçiştirilmemesi önemlidir. Ayrımı, farklılığı oluşturan unsurlardan birinin yok sayılması aslında yürütülmüş “melezleştirme” uygulaması yönünde bir tutumdur. “80 sonrası şiiri” olarak tanımlanan şiir, darbecilerin “melezleştirme” projesinden etkilenmişti. Bu tarz şiir “melezleştirme” sürecinin dışarıdaki uygulamalarına razı olan genç isimlerce temsil edilmekteydi. Bu isimlerin bir kısmı solcu olmakla birlikte yanlarına sağcıları da alarak dergiler çıkarıyor, geleceğe dönük “yatırımlarda işbirliği” yapıyorlardı. “80 sonrası şiiri” denildiğinde sembollerden biri durumuna getirilmiş olan 'Üç Çiçek' seçkisi ve çevresinde yer alan isimlerin bu biçimde bir araya geldiğini anımsatalım. Geçerken “melezleşme” uygulamasının yürütülmesi için farklı şiir çevreleri ya da o farklı çevrelerden kimi isimleri bir araya getirme misyonuyla donanmış hamilik, “abi”lik rolünü de Hilmi Yavuz’un üstlendiğini belirtelim.

Hilmi Yavuz Hilmi Yavuz

“80 sonrası şiiri”nin temsilcisi isimler poetik olarak imgeci şiir diyor, ama aslında modern Türkçe şiirin otuzlu yıllardan sonra aşınmış, eskitilmiş, toplumsal beğeni üretmediği gibi estetik değeri de kaybolmuş şairlerini ve yapıtlarını baş tacı ediyorlardı. Halkası olmayı seçtikleri gelenek zincirinde Yahya Kemal, Necip Fazıl, Faruk Nafiz Çamlıbel, Ahmet Kudsi Tecer gibi şairler yer alıyordu. Şiirin imgeci yapıya kavuşturulması iddiası da aslında poetik bir yenilik değildi. Modern Türkçe şiirde imge her zaman var olmuştu çünkü. Bir noktanın altını bir daha çizelim. Bu grup, politik şiire karşı aldığı tavrı örneğin şiirin arabeskleşmesi konusunda asla göstermiyordu.

“12 Eylül dönemi şiiri” yalnızca darbe yönetiminin uygulamalarına karşı değil, önünü kesmeye, tıkamaya yönelik bu poetik girişime karşı da bir direniş sergilemiştir. Toplumsal sorunlarla şiirin etkileşiminin olumsuzlanması için politik, slogancı suçlamalarına maruz kalması, bu nitelemelerle itibarsızlaştırılması yalnızca bir kuşağı hedef alan bir çıkış değildi. Temelde Nâzım Hikmet’le başlayan ve ölü doğa resimleri gibi artık hiçbir sanatsal gerçekliği, toplumsal ve insani duyarlılığı taşımayan şiirin devrimci çıkışlarla gömülmüş olmasından, yani ölünün gömülmesinden rahatsızdılar. Bu rahatsızlıkları da onları 12 Eylül darbe rejiminin “melezleştirme” projesine elverişli duruma getirmişti. Neden rahatsızdılar? Aslında ölü doğa resimlerindeki meyvelerin üzerinde hiçbir yaşam belirtisinin olmamasına itiraz eden eleştiriden rahatsızdılar. Yaşamdan yana olmayan şiir de dahil, artık hayatta olmayan bir şiirin peşinde olduklarını kabul edemiyorlardı. Çünkü bunu iktidar kabul etmiyordu.

“Melezleşmeye” razı olmuş isimlerin en büyük savı, şiirin gelenekle kopan bağının yeniden oluşturulmasıydı. Oysa şiir geleneğe karşı var olur. Şiir için gelenek vardır, ama bir yere gitmek için değil, nereden geldiğini anlamak için, “80 sonrası şiir”le adı anılan şairlerinse bir yere gitme niyeti yoktu elbet. Bugünden geriye doğru bakıldığında görünen de budur. “Melezleşmek” bir bakıma ölmek demekti. Sessiz kalmak onaylamaktı. Sessiz kalarak iktidarın birçok uygulamasına onay verilmişti zaten.

O günlerden geriye direnenler ve onların şiiri kalmıştır. “12 Eylül dönemi” şairleri arasında sayacağımız isimlerden biri olan Adnan Yücel’in çok sevilen 'Yeryüzü Aşkın Oluncaya Dek' başlıklı şiirinde dile getirildiği gibi:

“bugünlerden geriye,

bir yarına gidenler kalır

bir de yarınlar için direnenler...”

Sanırım artık zamanı; “12 Eylül dönemi şiiri”nin direnen şairlerini anımsayalım ve yapıtlarından örnekler okuyalım. Ahmet Erhan bu dönemin simge isimlerinden biridir. Karamsarlığın, hüznün, acının barikatında bir şair olarak direnmiştir. Yaşamakta direnmiştir. Şiirde direnmiştir. Onun “Bugün de Ölmedim Anne” şiiri de dönemin hem toplumsal, hem siyasal, koşullarını yansıtır hem de bireyin bu koşullardaki yaşantısını betimler… Şiirin iki dörtlüğünü alıntılıyorum:

“Kapalıydı kapılar, perdeler örtük

Silah sesleri uzakta boğuk boğuk

Bir yüzüm ayrılığa, bir yüzüm hayata dönük

Bu gün de ölmedim anne.

Üstüme bir silah doğruldu sandım

Rüzgar, beline dolandığında bir dalın

Korktum, güldüm, kendime kızdım

Bu gün de ölmedim anne.”

Bu dönemde direnişçi poetikaya bağlı kalan şairlerinden biri de Akif Kurtuluş olmuştur. Onun ilk kitabı “Yalan Şiirler”, şairin baskı koşullarında da politik tavrını sürdürebileceğini, toplumsal duyarlılığını koruyabileceğini hem de şiirden ödün vermeksizin, hatta yeni bir şiiri önerebileceğini örnekler adeta. “Yalan Şiirler” kitabında yer alan “Ay Gömülür” başlıklı şiirden bir bölüm:

“ardından resmin asılır işlek yerlerine kentin

birden boşanan yağmurda mağaza diplerindeyken

otobüsten inerken, hiç aklımda yokken karşımdasın

giderayak bir şey derdin, onu söyle işte, sonra sus

ıssız istasyon kampanası susman, yapraklar döker”

Haydar Ergülen de ilk kitabı 'Karşılığını Bulamamış Sorular'la “80 sonrası şiiri”nin değil, “12 eylül dönemi”nin şairi olarak karşımızdadır. İşte kitaptaki 'Issız' başlıklı şiirden iki betik:

“sen gittin bu sokaklar durmadan aktı

kentin dingin sularından kovuldu sevincimiz

bir çürümüş güller balosuna dönüştü şenlik

yüreğimden yolalan bir erinç besledimdi oğul

ben seni çağıltılı bağbozumlarında bekledimdi

(…)

vurulmuş bir ceylan indirdiler bu sabah dağdan

yüzünde yorgun bir güzellik yaşıyor gibi

yakamdan düşmeyecek ah bekleyişin kederi

gel artık ömrümü seninle bildimdi oğul

ben seni kimseler beklemezken bekledimdi”

“12 Eylül dönemi şiiri” çizgisinden yürümüş bir başka şair de Şükrü Erbaş olmuştur. Aşağıdaki dörtlük Erbaş’ın 'Küçük Acılar Kitabı'na adını veren şiirinden:

“İnce iri, uzak yakın

Günlerimiz acıların

Çaprazında birer tutsak

Bu da bir acıdır.”

Dönemin ilk kitabıyla dikkatleri çeken, beğenilen şairlerinden biri de hayli genç bir isimdir. Adnan Satıcı, 22 yaşında yayımlanan 'Ülkesiz Şarkılar' kitabıyla darbeci iktidarın “melezleştirme” projesini reddeden şairler arasında yerini alır. 'Bin Yıl Daha Ülkesiz' başlıklı şiirinden şu iki bölümü okuyalım istiyorum:

Nereye

O atlarla nereye, hem sen nereye

Nereye hiç dönmeyecekmiş gibi böyle

Ardından kanım akıtır kendini gittiğin yere

Çeviremem önünü kırılmış ellerimle

Yüzünü dön

Yüzünü dön

Düğüm at damarıma...

Gidersen

Bin yıl daha ülkesiz bir çocuk kalır

Yıldızsız, pusulasız, mülteci, kanamalı

Gidersen fırtınada en ince söğüt dalı

O sabah kırılırım toprağıma düşemem

Yüzünü dön

Yüzünü dön

Gülümse baharıma...

“12 Eylül dönemi şiiri” olarak tanımladığım şiirin direnişçi/isyancı ruhunu koruyan şairler yalnızca gençler değildir elbette. Önceki kuşağın ve daha eski kuşaktan modern Türkçe şiirin yaşayan ustaları da tavrını bu yönde belirler… Edip Cansever ve onun 'Eylülün Sesiyle' başlıklı şiiri, bunun güzel örneklerinden biridir:

“Baylar!

Bin dokuz yüz seksen birdeyiz

Karşınızda eylülün sesi

Ağustos çekildi, eylülün sesi

birazdan konuşacak

‘Bu dünyada yaşamak can sıkıcı bir şeydir baylar’.”

Bu kısa yazı meramını anlatmakta ne derecede yeterli oldu bilemiyorum. Ama umarız “80 sonrası şiiri”yle, altını çizmeye çalıştığımız biçimde, “12 Eylül dönemi şiiri”nin farklı şiirler olduğuna dikkat çekmeyi başarmıştır. 12 Eylül darbesinin yarattığı koşullarda topluma ve sanata zorla vurulan “karşı aşı”nın etkisi altında “melezleşme”ye razı olmuş pasif,/teslimiyetçi çizgi, yani “80 sonrası şiiri” olarak adlandırılan eğilim, dönemin tek ya da egemen şiir anlayışı olamamıştır. Çünkü karşısında, “son sözü hep direnenler söyler” şiarıyla şiir ve sanat üretimini inatla sürdürmüş “12 Eylül dönemi şiiri” vardır ve “yarınlara kalan” da kuşkusuz bu direniş hattında duranlar ve onların yapıtları olmuştur.