Süreyya Karacabey: Nuriye ve Semih'in eylemi KHK'lılar tarafından marjinal göründü

Süreyya Karacabey'in kaleme aldığı Gündelik Hayata Direnmek adlı kitabı Epos Yayınları'ndan çıktı. Karacabey ile KHK ihraçlarını, sosyal medya gündelik hayatın insan üzerinde yarattığı direnme biçimlerini konuştuk.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Tiyatro Bölümü’nün sevilen hocalarından Süreyya Karacabey’in yeni kitabı “Gündelik Hayata Direnmek”, Epos Yayınları’ndan çıktı. Kitabın ya da Süreyya Hoca’nın adını Google’da arattığınızda, karşınıza çıkan tüm sonuçlar “KHK ile ihraç edilen akademisyen Süreyya Karacabey’in…” diye başlıyor. Evet, Süreyya Hoca da OHAL KHK’larıyla görevinden uzaklaştırılan akademisyenlerden. Ama onu tanımak için bu bilgiden çok daha fazlası var elimizde. Süreyya Hoca, 15 yıldır DTCF Tiyatro Bölümü’ndeydi ve görevden uzaklaştırıldığında doçent doktor unvanıyla görev yapıyordu.

Mert Fırat ve Ercan Mehmet Erdem ve Emrah Serbes, Karacabey'in yetiştirip sanat dünyasına kazandırdığı öğrencilerden bazıları. Konumuz olan son kitabı “Gündelik Hayata Direnmek”in öncesinde yayımlanmış iki eseri daha var. Neredeyse tüm öğrencileri tarafından bilgeliği, tevazusu ve dostluğu ile anılıyor. 15 Ocak’ta görevden ihraç edildikten bir gün sonra, Dikmen Ahmed Arif Parkı’nda, kar altında ders vermeye devam eden yine oydu. Süreyya Karacabey, kendine karşı yapıp edilenlerle değil, kendi yaptıklarıyla varlığını inşa eden biri.

Bir fikir insanı olarak uzun süredir çeşitli yayınlarda yazıları yayımlanan Karacabey, oldum olası gündelik hayatın bizi nasıl zincirlediği, zehirlediği, öğrendiklerimizle zihnimizi duvarların arasına hapsettiğini anlatır dururdu. Kolay erişilmeyecek okumaları ve derin bakış açısını, tekrar tekrar okumak üzere baş köşeye konulan yazılarında hepimizle paylaşırdı. “Gündelik Hayata Direnmek” de bir süredir bu minvalde yazdığı ve başta fraksiyon org. olmak üzere çeşitli mecralarda yayımlanan 68 yazıyı bir araya getiriyor. Görür sandığımız gözlerimizin körlüğünü, algılıyor sandığımız aklığımızın kıtlığını, söylüyor sandığımız dilimizin lâlliğini yüzümüze vuruyor.

Süreyya Hoca’yla gündelik hayatı, körlüklerimizi, kör noktalarımızı, Gezi’yi ve tabii Nuriye ile Semih’i, direnişi ve ümidi çekiştirdiğimiz söyleşimize buyrun.

s11 Süreyya Karacabey'in üniversitedeki odası öğrencileri tarafından pankartlarla donatıldı. "Akademi biat etmez! Hocama dokunma!"

Gündelik yaşam bize ne gibi tuzaklar hazırlıyor?

Gündelik yaşam bize kurulmuş bir komplodur; çünkü bir zamanlar birilerinin yaşadığı, bir zamanlar birilerinin davrandığı gibi yaşama ve davranma konusunda çok kanaldan teyid edilmiş kodlar sunar önümüze. Bu kodların tamamı evlerin girişlerine, sokaklara kurulmuş tuzaklardır zaten. Bir ezberin içinde biçimlendiğimiz her şey ve onun iz düşümleri.

Gündelik hayatın konforuna sığınmamızın, üretilmiş fikirlere ve deneyimlere yaslanarak yaşamamızın arkasında tamamen sistemler mi var yoksa insanlar biraz ilkel bir biçimde, zarar görmeden hayatta kalma güdüsüyle mi bunu seçiyorlar?

Gündeliğin yaşam kılavuzuyla tarihsel gelişmenin bilgisi arasında, bir uzaklık değil, bir uçurum var. Duyumsanabilir olanla düşünülebilir arasına batı metafiziğinin başlangıcında konulmuş niteliksel ayrım kadar esaslı bir ayrım söz konusu olan. İnsanlığın tarihsel bilgi birikimleriyle karşılaştırıldığında kanaatlerin, tutumların ne kadar az değişime uğrayan şeyler olduğuna çarparsınız. Genel tarafından kuşaklar boyunca aktarılan, hatta derimize kazınan bir ezberin gölgesinde büyütülüyoruz ve bu bölgedeki bilgi, zihinsel süreçlerden geçerek birikmiyor, duygusal aktarım yoluyla, hep iyiliğimizi isteyen birilerine karşı duyduğumuz arkaik güvenle birleşiyor ve bize nakşedilmiş olanı bedenimizden uzaklaştırmamızı zorlaştırıyor.

Özdeşlik yasasının yürürlükte olduğu bu yerde, eleştirellik hep başkaları için, düşünsel dünya için seferber ediliyor; kendimize, ailemize, yakınlarımıza nesnel bir bakışla bakmamızın önündeki engeller sandığımızdan daha güçlü. İnsan, içinde biçimlendiği çerçeveyi görecek araçları geliştiremediğinde, içine düştüğü durumu dönüştürecek bir bilinç geliştiremez ki. En acıtıcı yer burası, duygusal özdeşliğin yarattığı körlük. Sadece kolaycılık değil aslında muazzam bir kaçış vuku bulan.

'GEZİ ÜMİT VERİCİ BİR PARLAMAYDI VE BÜTÜN PARLAMALAR GİBİ SONLUYDU'

İyi kavramları kötü kavramların olumlaması olarak yaratmak yerine bir değer olarak sıfırdan üretmeyi savunuyorsunuz. Mevcut okuma oranları ve felsefi altyapımızla bunu gerçekten başarabilir miyiz? Nereden başlamamız gerekiyor?

Zor bir şey olduğu muhakkak ama bir dönüşüm hedefinin odağında her zaman düşünme biçimlerini ve araçlarını değiştirme arzusu yok mudur? Verili olana eklemlenmeye direnmek mevcut repertuvara itirazın dışavurumu değil midir? Dile getiriş, bir ümide ve beklentiye açılır ve buna başlanacak tek nokta biliyorum, o da kendimiz ve bizim düşünceyle kurduğumuz ilişkinin niteliğini tartışmaya açma çabamız.

Süreyya Karacabey Süreyya Karacabey, Gündelik Hayata Direnmek, Epos Yayınları, 2017.

Sosyal medya kullanımı hakkında ne düşünüyorsunuz? Artık o da gündelik hayatımızın olmazsa olmaz bir parçasına dönüştü ve hayatımızda ‘sosyal medya muhalefeti’ diye bir gerçek var. Siz bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz

Sosyal medya da bütün araçlar gibi; bir araç nasıl kullandığınıza bağlı olarak olumlu ve olumsuz nitelikler taşıyabilir. Dilin baskıcı, tahakküm üreten bir şey olduğunu kabul etmemiz nasıl dilden el çektirmeyip, onu kullanma biçimlerini sorgulattıysa, burada da durum böyle. Mesele bir araçla sorunsuzca bütünleşmemiz de, onun potansiyellerine arkamızı dönmemizde de değil. Gerçekliği tanımak yani ama bir tanıma hiçbir zaman sorgusuz değildir.

Gezi eylemleri birçok kişinin gündelik yaşamını askıya almasına neden olmuş, fiziksel ve kitlesel bir eylemdi. Sosyal medyanın bu hareketin ivme kazanmasında büyük bir etkisi vardı. Siz Gezi hareketinin ortaya çıkışını ve tekrarlanamayışını nasıl yorumluyorsunuz?

Gezi bizim kuşağımız için ilginç bir deneyimdi, ileride böyle anlatacağız, o kadar çok ve farklı insanın sokaklara akması tanıdığımız bir şey değildi çünkü. Birikmiş bir tepkinin, çok zorlanmış bir sabrın patlaması olarak okudum ben, onu bir üst akla havale eden açıklamaları hiç ikna edici bulmadım-en azından kişisel tanıklığımdan yola çıkarak.

Gezi bir olaydı, beklenti ve ümit yarattı. İnsanlar giderek sertleşen, yaşam alanlarını daraltan ve kendi bilinç düzeylerinin çok gerisindeki bir yönetime ve siyaset biçimine tepki verdiler. Ama bu olayın daha radikal bir dönüşüme yol açabilmesinin temel koşulları eksikti. Olay patlak verdi, bir birikmiş tepki olarak, heyecan yarattı ve çok kişiye sirayet eden bir dirimsellik havası oluşturdu.

Bir dönüşüm her zaman daha fazlasını gerektirir, bunu biliyoruz. Badıou’dan ödünç alarak söylersem, Olay’a sadakati gerektirir her şeyden önce ve onu sürdürebilme ısrarını. Başka koşulların olgunlaşmış olmasını, sözgelimi bir iktidar hedefini ve bu hedef için daha örgütlü bir mücadeleyi gerektirir. Gezi’de sokağa çıkışın meselesi değildi bunlar, biz hayır diyenlerdik ama esaslı bir dönüşüm için gerekli güçlere ve belki de o güç isteğine sahip değildik. Dolayısıyla Gezi yaşandı, kimse yaşanmadı demeyecek ama bir isyan ruhunun tarihin bir anında ümit verici parlamasıydı ve bütün parlamalar gibi sonluydu.

'ISRAR, SİSTEMİN HİÇ VAZGEÇMEDİĞİ AMA BİZİM YABANCISI OLDUĞUMUZ BİR ŞEY'

'Vicdanın kabulü ya da reddi' yazınızda şöyle bir bölüm var: “İnsan bir şeylerin uğruna ölümü göze alabilir, somut bir tehdit karşısında sadece yakınlarını değil, haksızlığa uğradığını düşündüğü insanları korumak için kendini ateşe atabilir.” Bu tanım akıllara Nuriye ile Semih’i getiriyor. Onlarla aynı mağduriyeti yaşayan onca kişiye ve sosyal medyadaki etiketlere rağmen Nuriye ile Semih mücadelelerinde yalnız görünüyor; her geçen gün ellerimizin arasından kayıp gidiyorlar. Bu mücadele, bu derdi paylaşan bunca kişiye rağmen neden bir türlü kitleselleşemiyor?

Nuriye ve Semih’in eylemi aynı kaderi yaşayan KHK’zedelerin çoğu tarafından marjinal göründü. Çünkü kentlerimizde bizler ve sivil toplum örgütleri bütün siyasi hesaplarımızı bir uzlaşmanın ufkuna bağlı düzenleriz. Bir şeyin rayından çıkması, aşırılık, radikallik ürkütücü gelir; başımıza ne gelirse gelsin makul bir noktada durduğumuzda her şeyin daha iyi olacağını düşünürüz. Devlet de böyle düşünelim ister ve böyle düşünenler çoğunlukta olduğu için sistem kendini sürekli yeniler.

Minicik sınırlar içinde itiraz edişler ama çizgiyi çok zorlamadan eylemlilikler genel muhalefet anlayışını oluşturur ve o sınırları aşanlara karşı duyduğumuz rahatsızlık, bizim hikâyemizin asal bir parçasıdır. Evet, biz de karşıyızdır ama bu kadar ileri gitmenin bir anlamı var mıdır, vb. biçiminde çoğalttığımız itiraz dayanaklarımız bize kendi ürkekliğimizi sorgulatmak yerine, başkasının cüretini sorgulatır ve bu cüreti yargılayacak argümanlar üretmek de zaten varoluşumuzun asal parçası haline gelmiştir. Nuriye ve Semih sınırı aştılar, beğenin beğenmeyin, bir konuda aldıkları kararı ısrarla yürüttüler.

Israr, sistemin hiç vazgeçmediği ama bizim yabancısı olduğumuz bir şey oldu her zaman. Şimdi bu meseleyi simgesel düşünelim, kendimize bulduğumuz kaçış noktalarını dürüstçe paranteze alalım ve onların bir şeyi göze aldığını ve bu yolda geri adım atmadığını teslim edelim. (Yöntemlerini mi beğenmediniz, arkaik mi buldunuz. Doğru, devletin yürüttüğü baskı ve zulüm araçları neredeyse hiç değişim göstermezken biz birilerinin eylemlerinin eskiliği hakkında konuşacak kadar aşmış bir evrende yaşıyoruz!)

Ve düşünelim, bu biçimde kararlı bir direniş yüz binlerce insan tarafından yürütülebilseydi, neler olabilirdi diye. Herhalde bu cümleden herkesin açlık grevine girmesinden söz etmediğim anlaşılmıştır. Ben yine de buraya vurgu yapayım.

Siz de KHK’larla kurumunuzdan uzaklaştırılmış bir eğitmensiniz. Meslekte kaçıncı yılınızdı? Ocak ayından bu yana neler yaşıyorsunuz?

1992 ile 6 Ocak 2017 tarihleri arasında DTCF Tiyatro Bölümünde çalıştım. Okuldan atıldıktan sonra zamanım dolu geçti, dayanışma akademileri, sokak akademisi, tiyatro atölyeleri, konuşmalar vb. Ülkedeki OHAL atmosferinin yarattığı alacakaranlıkta arkadaşlarımla birlikte nefes almaya çalıştım, bir daralmanın içini genişletmeye çalışarak.

Gelecek günler için ümidiniz var mı?

Gelecek sözcüğünü telaffuz edebildiğimiz sürece elbette ümit vardır, çünkü gelecek her zaman beklentilerle biçimlenen bir şeydir, uzağa bakıyorum ve orada olanların orada olmayacağını biliyorum.