Thoreau ile doğada olmak

Thoreau’nun Walden Gölü’nde ilk yılında yaşadıklarını, gözlemlerini ve bir insan olarak doğada olmayı anlattığı 'Yalnızlık' adlı Fabula Yayınları tarafından basılan kitabı da bizi hem onun doğayla iç içe yaşamıyla hem de insana, yalnızlığa, mülkiyete, doğadaki seslere, kitap okumaya dair fikirleriyle buluşturuyor. Kitabın en güzel yanı yazarın doğaya dair betimlemeleri, verdiği gündelik bilgiler ve orada yaşıyormuşçasına okuru metnin içine çeken yanı.

Google Haberlere Abone ol

Çoğu insan, özellikle de kentlerde yaşayanlar bir gün doğa ile iç içe olabileceği bir yaşamın hayalini kurar. Kentin sıkıcı, bunaltıcı, tek düze, renksiz yaşamından ve daha çok iş, öğrencilik, memuriyet gibi uygar dünyanın getirisi olan aktivitelerinden daraldıkça da bu istek daha çok gündeme gelir. Biçimli parklar, şekle sokulmuş ağaçlar, sadece süs olarak algılanan bitkiler insanın asıl ait olduğu yer olan doğa konusunda bana kalırsa onu tatmin etmiyor, kentlerin insana devamlı gitme hissi yaşatmasının önemli nedenlerinden birisi de bu sanırım. Böyle bir yaşamı bizim hayal olarak gördüğümüzü, pratiğe geçirmiş bir düşünür Henry David Thoreau. Kendisini uzun yıllar modern dünyadan kaçıp Walden Gölü kıyısında yaşadıklarıyla, doğa tutkusuyla ve sivil itaatsizlik hakkındaki fikirleri ile tanıyoruz.

Thoreau’nun Walden Gölü’nde ilk yılında yaşadıklarını, gözlemlerini ve bir insan olarak doğada olmayı anlattığı 'Yalnızlık' adlı Fabula Yayınları tarafından basılan kitabı da bizi hem onun doğayla iç içe yaşamıyla hem de insana, yalnızlığa, mülkiyete, doğadaki seslere, kitap okumaya dair fikirleriyle buluşturuyor. Bana kalırsa kitabın en güzel yanı yazarın doğaya dair betimlemeleri, verdiği gündelik bilgiler ve orada yaşıyormuşçasına okuru metnin içine çeken yanı.

YALNIZLIK BİR YAŞAMA BİÇİMİ OLABİLİR 

Yalnızlık, Henry David Threau, çev. .., 120 syf, Fabula, 2015. Yalnızlık, Henry David Thoreau, 120 syf, Fabula, 2015.

İnsan türünün yalnızlıkla arası pek hoş değildir. Etrafımıza baktığımızda bu konuda sızlanan çok insana rastlarız. Ancak bazı insanlar için yalnızlık bir yaşama şeklidir. Bu insanlara genellikle iyi gözle bakılmaz hâttâ bunun “hastalıklı” bir durum olduğunu söyleyenler bile olur. Asosyal oldukları gerekçesiyle eleştirilirler, öğütler verilir. Oysa bu yalnızlık durumunu benimseyenler aslında kendilerince kalabalıktırlar. Her şeyi kendilerine arkadaş olarak görebilirler. Yani onlar için yalnız olmak ya da olmamak yaşamlarında insan olmasıyla ilişkili değildir.

Walden Gölü kıyısında tek başına yaşayan Thoreau öncelikle bu konu üzerinde duruyor. Anladığımız kadarıyla pek de yalnız hissetmiyor çünkü onun dostu doğanın her türlü hâli, mevsim değişimleri, hayvan sesleri ve daha nicesi. “Araçlarımızla ölçemeyeceğimiz şu yıldızın en uzak iki sakini ne kadar uzakta yaşıyordur sanıyorsun? Neden yalnız hissedeyim?” Diye sorarken Thoreau’nun bu konudaki fikri açık aslında o doğada yalnız hissetmiyor, tam tersine o bu yalnızlıktan huzur duyuyor. Çünkü onun fikrine göre, insan postaneye, bara, kiliseye veya benzeri herhangi bir yere yakın yaşamak istemez, doğaya bağlı bir insan sadece yaşamın kaynağı olan suya yakın yaşamak ister.

Su varsa bir insanın yaşaması için çok da başka bir şeye ihtiyacı yoktur ve o Walden Gölü kıyısında olduğu için yaşaması için gerekli her şeye sahiptir. Ve şöyle söyler; “Yalnız olmayı seviyorum. Yalnızlıktan daha arkadaş canlısı bir arkadaş görmedim.” Böyle düşünür çünkü çoğu zaman insan kalabalığına karışmanın insanı daha yalnız hissettireceğine inanır. Ayrıca yalnızlık insanı arkadaşlığın formalite ilişkilerinden korur. Sosyal olmanın getirisi bir yığın sorumluluktur.

Hem zaten Thoreau’ya göre, “bir insanın değeri derisinde değildir ki ona dokunalım” bu nedenle o insanlarla az görüşmeyi ve yalnız olmayı salık verir okurlarına. Ayrıca yalnız olmamaya dair söylenenler genellikle bize bildirilendir, “insan sosyal bir varlıktır” söylemi yaygındır mesela. Söylemlere uygun bireylikler hayal edilir ve herkesten buna uyması beklenir. Uymayan genellikle “sorunlu” olarak kurgulanır onun varlığının böyle olduğu kabul edilmez, Thoreau bu fikirleriyle biraz da bu duruma gönderme yapıyor anladığım kadarıyla.

Thoreau ayrıca yalnızlığının doğa ile aynı olduğunu düşünür. O gürültülü kahkahalar atan dalgıç kuşundan, Walden Gölü’nden, gökyüzünden, kuzukulağından, fasulye yaprağından daha yalnız değildir. Öyleyse sorun yoktur. Ona yalnızlığı ile ilgili söylenenlerin aslında insan olması ile ilgili olduğu düşünülebilir. Çünkü kimse bir ağaç yalnız mıdır diye düşünmez ancak konu insan olduğunda ve ona yüklenen verili anlamlar nedeniyle sanırım kişinin yalnızlığı konusunda herkes fikir söyleme gerekliliği duyar.

MÜLKİYET İNSANI HAPSEDER

Thoreau’nun kitapta dikkatimi çeken fikirlerinden birisi de mülkiyete dair. O bir çiftlik almaya dair girişiminin mülkiyet sahibi olmaya en yaklaştığı an olduğundan bahsediyor. Ancak çiftçi sonradan araziyi satmaktan vaz geçiyor. Yazar bu duruma üzülmüyor hâttâ seviniyor, o asıl alacağını aldığından bahsediyor çünkü zaten ona gerekli olan çiftliğin manzarası ve onu görmüş olmak zaten ona sahip olmak demek. Şöyle diyor Thoreau; “Gördüğüm her şeyin sahibi benim, bu hakkıma itiraz edebilecek kimse yoktur.”

Yani doğa zaten kendisini sana açmış ve ona sahip olmak için illa ki onu satın alman devamlı orada yaşaman gerekmiyor, onun sana verdiği kadarına razı olmak bu belki de, onun manzarasına sahip olmak ve daha fazlasını istememek.

Mülk sahibi olmak aynı zamanda bir yere bağlı olmak da demek, geride bırakamamak, bir şekilde oraya sıkışıp kalmak. Yine kitapta da ifade edildiği gibi bir durum bu: “Bir çiftliğe bağlı olmakla bir hapishaneye bağlı olmak arasında çok küçük bir fark vardır.”

KİTAPLAR OTURDUĞUN YERDEN AÇILAN PENCERELER

Walden Gölü kıyısında yaşarken Thoreau’nun kitaplarla da epey ilgilendiğine tanık oluyoruz. Anladığım kadarıyla yazar daha çok klasik metinleri okumayı seviyor ve onlara biraz da haksızlık edildiğini çünkü nedense çok göz önünde tutulmadıklarını belirtiyor. Ayrıca bir metni kendi dilinden okumak da önemli onun düşüncesinde. Thoreau ayrıca tek bir kitabı okuyup, onun bilgeliğine ikna olmuş okuru da eleştiriyor. O bu eleştirisiyle sadece kutsal kitapları okuyup, onun bilgisiyle ömür geçirenleri kast ediyor. Kitap özelinde bu metin İncil. Onun okurluğa birçok şeye olmadığı kadar fazla anlam yüklediğine tanık oluyoruz, bir şair olan Kamaruddin Mast’ın şu cümlesine oldukça önem atfediyor mesela: “ Oturduğum yerde ruhani dünyayı bir baştan bir başa geçmek bu ayrıcalığı kitaplarda buldum.

Yalnızca bir kadeh şarapla sarhoş olmak; bu keyfi ezoterik öğretileri içtiğimde yaşadım.” Düşünür gibi biz de bu cümleye katılabiliriz sanıyorum. Gerçekten de kitaplar bize o kadar çok farklı pencere açıyor ki ayrı ayrı manzaralara dalmaktan kendimizi alamıyoruz hem de oturduğumuz yerden. Ancak bilgiyi her zaman kitaplardan, masa başından almak yanılgıya da sebep olabilir, oturduğun yerden hiç bilmediğin bir kültür hakkında ahkâm kesmeye, ön yargılı davranmaya ve daha pek çok olumsuz duruma. Thoreau bu cümleyi önemsiyor ancak yaşamına ve yazdıklarına baktığımızda genel olarak deneyimi, gözlemi ve orada olmayı görüyoruz.

Thoreau, kitap boyunca Walden Gölü kıyısında bir yıllık deneyimini anlatıyor. İlkbaharı, kara kışı, çeşit çeşit kuşları, doğanın sesini, balıkları, hayvanları, ağaçları. Doğada olmanın huzurunu duyuruyor okura, tecrübelerini paylaşıyor ve bunu felsefi bir dil ile anlatıyor. Ayrıca, metin bizlere doğada olma konusunda cesaret verirken, gerçekleşmiş bir hayale de ortak ediyor.