Göç, şiir ve hasar tespiti

Göçmen bir yerden bir başka yere taşınanı adlandırırken göçebe bir hayat tarzını ve ona bağlı olarak yaşayanı betimliyor daha çok. Göçle ilişkili olmasına karşın ne göçmen ne de göçebe olanlar var bir de…

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Bir şiirim var, adı Göçmen Bavulu. Zamana tutunabilmiş şiirlerimden biri gibi gelir bana. Ancak kitaplarımda yok. Doksanlı yıllarda yayımlandığı Defter dergisinin sayfalarında kalmış bir şiir. Neyse ki internette aratıldığında bulunabiliyor. Bir bölümünü paylaşmak istiyorum:

“benin mabedi

senin imgesiyken evlerin içi

bir kaypak dışarılar

üzgün ev içlerinde

bir hazin karanlığında kaybolan akşamların

kim bilir hali nicedir

yurtsuzluğun çeperinde göçenlerin”

Şu sıralar modern Türkçe şiirin, göç burcunda çıkardığı bazı sesler yankılanıyor belleğimde. Çünkü…

Kadıköy’de denize inen sokaklardan birinde, bir evdeyim. Dışarıda İstanbul var. Ama artık benim burada bir adresim yok. Kırk yıldır yaşadığım şehirde misafirim şimdi. Öyle de olsa vedalaşmaya gelmedim. Arkama dönüp bakmaya gelmedim yani. Arkasına dönüp bakanın göreceği nedir? Arkama benim dönüp bakınca göreceğim ne? Anılardan başka nedir ki geçmiş? Yaşanmışın birikintisini, son bir bakışla zamanın unutuş ırmağının akışına itmek bana göre değil.

İçim dışım İstanbul olacak kadar uzun yaşadığım şehirden gidiyorum, gitmek de ne kelime göçüyorum. Göç sözcüğünü belleğimi raket yapıp tenis topu gibi sektiriyorum. Göçün ve türevi sözcüklerin kapsama alanındaki anlamlarını, çağrışımlarını düşünüyorum. Göç, göçmen, göçebe, sürgün… Son yıllarda daha sık duyduğumuz ve bölgesel savaşlara bağlı olarak ortaya çıkan sığınmacı adlandırması var bir de… Göçmek bir yerden bir yere taşınmak değil yalnızca.

Bir yerden köklerinle beraber sökülmek, koparılmak, çıkıp gitmek, kaybetmek… Göçmen bir yerden bir başka yere taşınanı adlandırırken göçebe bir hayat tarzını ve ona bağlı olarak yaşayanı betimliyor daha çok. Göçle ilişkili olmasına karşın ne göçmen ne de göçebe olanlar var bir de… Sürgün adıyla tanımlanıyor onlar… Sürgün zorla göç ettirilen kişi… Bir de korunma altına girmek maksadıyla yer değiştirenler var; muhacirler…

GÖÇMENİN İKİ YÜKÜNDEN BİRİ BAVUL DİĞERİ DE ANILARIDIR

Göç, ne biçimde olursa olsun bir kayba da yol açar. Çocukluğum bir başka şehirde kalmıştı. Dağlardan, bayırlardan kıyılara akan yeşil bir heyecandı orası. Gençliğim bu şehirde kalıyor.

Ancak benim bu göçle kaybım yok denecek kadar az. Göçmenin iki yükünden biri bavul, diğeri de anılarıdır. Anılarım benimle… Çünkü geçmiş bende zamanın külü değil, hayatın izi olarak sürdürüyor hükmünü. Geçmiş geçmiyor, hayal oluyor.

Belki biraz da bu nedenle hayal ettiğim müddetçe yaşayacağım. Yeni bir adreste, yeni bir şehirde, yeni bir güne uyanacağım bir eylül sabahı. Günler değil, kapanması gereken mesafelerden biri olacak kısalan. Bir gün gelir göçmek gerekir. Bazen beklenmedik bir nedenle, bazen uzun süre düşünüp tasarlanarak verilen karar hayata geçer. Bir gün gelir, bir yerden başka bir yere; bir şehirden başka bir şehre, bir ülkeden başka bir ülkeye… Bazen iç göç olur, bazen dış göç! Bazen siyasal, sosyal, ekonomik, kültürel, sağlık gibi sebepleri vardır. Bazen savaş, kıyım, yıkım, afet gibi felaketlerdir nedeni…

Gerekçesi değişse de sonucu pek fazla değişmez. Yaralamayan, derin izler bırakmayan göç yoktur. Zamanla yarası kapansa da izleri kolay silinmez. Göç de bir yas nedeni olur… Sanattan, edebiyattan, şiirden izini sürebiliriz, insan hayatının önemli dönüm noktalarından birini oluşturan ve çoğunlukla derin izler bırakan durumun… Kültürlerin belli başlı anlatıları arasında ön sıralarda yer alır göç olayı. Modern Türkçe şiirin de ana temalarından biridir. Dilin geleneksel kullanımında doğmak ve ölmek bile göç mecazıyla dile getirilir.

Yahya Kemal Yahya Kemal

Modernist bakış açısı, modern aşkı da göç olarak değerlendirir. Aşkın göç olarak işlendiği örneklerden biri Cemal Süreya’nın Göçebe şiiridir. Göçebe şiirinin şairi, modern Türkçe şiirde aşkı bir göç olayı göçebe durumu olarak ele alan ilk isimdir. Cemal Süreya’nın aşk şairi olduğu kadar bir göç şairi olduğunu da gösteren önemli bir şiirdir Göçebe. Önce şu iki dizeyle şiiri bir anımsayalım isterim:

“Bu ağartı ancak yürekle karşılanabilir

Bütün iş orda işte, ordan usturuplu geçmesini bil”

Çocukluğun, geçmişin derinlere gömülmüş anıları Göçebe şairinin başka şiirlerinde de çıkagelir diline… Cemal Süreya’da göç, çocukken ailesiyle birlikte ait oldukları coğrafyadan sürgün edilmektir. Bir o kadar da anadilinden koparılmak anlamına gelir.

Biraz daha gerilere, modern Türkçe şiirin başlangıç dönemine gittiğimizde göç duygu ve düşüncesinin izini sürebileceğimiz şairlerden biri de Yahya Kemal’dir. Yahya Kemal’in göçle ilişkisi, biraz ölmek üzere olan birinin, ölecek bir yer arayışına da benzer. Onun Paris’ten İstanbul’a uzanan yolculuğu ölmek üzere olan bir kuğunun son şarkısını söyleyeceği göl araması gibidir. Göç, Yahya Kemal’de daha çok geleneksel şiirin anlamlandırdığı biçimde, ölmek anlamıyla işaretlenir. Yalnızca şiirleri ve şiirlerine konu olan Osmanlı geçmişi değil, Yahya Kemal’in tüm şiir evreni ölmek üzere olanı, bir tür can çekişme halini dile getirir. Eylül Sonu da öyle bir şiirdir. Şu dizeler aynı şiirden:

“İçtik bu nâdir içki’yi yıllarca kanmadık...

Bir böyle zevke tek bir ömür yetmiyor, yazık!”

Ama göç, ölüm yolculuğu olarak asıl Sessiz Gemi şiirinde betimlenir. Bu şiirin bir başka özelliği de Yahya Kemal’in dünya görüşünü, yaşama anlayışını olduğu gibi açığa çıkarmasıdır. “Sessiz Gemi” şiirin ilk dörtlüğünü okuyalım:

“Artık demir almak günü gelmişse zamandan,

Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.

Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol;

Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol.”

Göçün akla getirdiği bir başka kavram da sürgünlüktür. Sürgünlük, zorla göçün adıdır. Modern Türkçe şiirin ilk sürgün şairi Nâzım Hikmet’tir. Uzun süre hapis olan modern Türkçe şiirin ilk devrimci şairi Nâzım Hikmet, serbest kalır kalmaz yaşamını sürdürebilmek için ülkeyi terk etmek zorunda kalır ve yurtdışına çıkar, Sovyetler Birliği’ne sığınır. Sonraki yıllarını bir sürgün, bir siyasi göçmen olarak geçirir. Onun şiirlerinde göçün başka bir boyutuyla karşılaşırız.

Cemal Süreya’nın çocuk olarak başına gelen sürgünlük belasını, Nâzım Hikmet yetişkinliğinde. bir şair olarak yaşar. Göçün bu sürgünlük durumu Nâzım Hikmet’te yaşama aşkına dönüşür. Cemal Süreya’nın Göçebe şiirinde de benzer bir tutum söz konusudur. Bu da sürgünün, zamanla göçün yasını yaşama aşkına dönüştürdüğünü gösterir… Belki o nedenle göç temasının dile getirildiği şiirlerde vurgu yaşama sevincine, dünyanın daha güzel bir yer olması uğraşısına yapılır daha çok. Şairi Karlı Kayın Ormanı'nda yürüten göçün kederi olduğu kadar sürgünlüğün yaşama aşkına dönüşen ruh halidir diyebiliriz. Şiiri, şu iki dörtlüğü okuyarak anımsayalım:

“Yedi tepeli şehirde

bıraktım gonca gülümü.

Ne ölümden korkmak ayıp

ne de düşünmek ölümü

En acayip gücümüzdür,

kahramanlıktır yaşamak:

Öleceğimizi bilip

öleceğimizi mutlak.”

Edip Cansever Edip Cansever

İkinci Yeni’ye yönelik eleştirilerin başında, bu dalganın içindeki şairlerin ve yapıtlarının toplumsal sorunlara karşı duyarlı olmadıkları iddiası vardır. Neyse ki zaman içinde bu eleştirilerin geçerliliği kalmamıştır. Bir İkinci Yeni şairi olan Edip Cansever’in Mendilimde Kan Sesleri şiiri altmışlı yılların Türkiyesi'ni, o yılların atmosferi içinde kurduğu sahnelerle betimlerken önemli bir sosyal sorunu da dile getirir. O yıllarda Avrupa’ya, Almanya’ya kitleler halinde yaşanan işçi göçü. Bu olay şiirin önemli bir teması olarak işlenir. O bölümü birlikte okuyalım:

“Umudu dürt

Umutsuzluğu yatıştır

Diyeceğim şu ki

Yok olan bir şeylere benzerdi o zaman trenler

Oysa o kadar kullanışlı ki şimdi

Hayalsiz yaşıyoruz nerdeyse

Çocuklar, kadınlar, erkekler

Trenler tıklım tıklım

Trenler cepheye giden trenler gibi

İşçiler

Almanya yolcusu işçiler

Kadınlar

Kimi yolcu, kimi gurbet bekçisi

Ellerinde bavullar, fileler

Kolonyalar, su şişeleri, paketler

Onlar ki, hepsi

Bir tutsak ağaç gibi yanlış yerlere büyüyenler

Ah güzel Ahmet Abim benim

Gördün mü bak

Dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar

Ve dağılmış pazar yerlerine memleket

Gelmiyor içimden hüzünlenmek bile

Gelse de

Öyle sürekli değil

Bir caz müziği gibi gelip geçiyor hüzün

O kadar çabuk

O kadar kısa

İşte o kadar.”

Gülten Akın’ın Seyran Destanı adıyla yayımlanan kitabı da bir göç destanıdır. Şair yoğun olarak yaşanan kırdan kente göçün sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel boyutunu sonuçlarıyla birlikte sorunsallaştırır bu yapıtında. Seyran Destanı'nın birinci bölümündeki girişi birlikte okuyalım:

“Ağıtla başlarız yaşamaya

Konuşmadan önce sövmeyi biliriz

Yarısı alkışsa sözlüğümüzün

Gerisi ilenç

Bizim kadar çabuk hangi desti dolar

Akar hangi böğet

En gergin tel biziz

Amma

Kaç Eyüp şaşkına döner sabrımızdan

Dağları tutmuşuz boylarımızla

Ayakta bir halkız

Kentlerde simgemiz kondularımız

Bin duran uygarlık eskittik

‘Göçtür göç’ü vuran davulumuz

Eskimemiştir.

Kente son kapıdan giriyoruz.

Karanlığın usul ustaları

Keskin dişli bir köpeği

Üç kişinin yedeğiyle gezdiriyorlar

Bize kimliğimizi soruyorlar

Mayısların hesabını soruyorlar

Söylüyoruz

Okusunlar!”

Akın’ın göç olgusuna döndüğü şiirlerden biri de Eski Nine başlığını taşır; o şiirden üç dizelik bir bölüm:

“ölüm yok eder göç değiştirir

kendisi kalamaz kimse

sarp ve suskun ninelerden başka”

Nazım Hikmet Nazım Hikmet

GÖÇ YAS DURUMUYLA YAKINDAN İLİŞKİLİDİR

İnsan yaşamına yansıması bakımından etki alanı son derece geniş bir olgu olan göç ayrılık, özlem, gurbet gibi insan varoluşunda ortaya çıkan yas durumuyla da yakından ilişkilidir. Nâzım Hikmet’in şu şiirindeki keder de aslında sürgün olarak bir göçmenin yaslı seslenişinden başka bir şey değildir:

“Çok yorgunum, beni bekleme kaptan.

Seyir defterini başkası yazsın.

Çınarlı, kubbeli, mavi bir liman.

Beni o limana çıkaramazsın...

Kim, kimler yerli ve bu çağda hangimiz göçmen değiliz? Yunus Emre’nin dizesini tevil ederek son söz yerine yineleyeceğim: “Biz buralardan gider olduk / Kalanlara selam olsun”… Ve de göçü aşka, umuda, yaşama sevincine olanların yolu açık olsun… Son bir şey: Göçebe şiirinin tamamını okumadan bir yere gitmeyin…

Sen sık sık gülen gülerken de

Sevecen bir Akdeniz çizgisini

Sol yanına ağzının

İliştiren çocuk özenle

Yabana mı atıyorum yani seni

Yabana mı atıyorum saat altı buçukları

Çocuk ve Allah'ın en eski baskısını

Değil, değil bunların biri

Gözlerimin gemileri kuş istiyor

Açılıp kapandıkça sevdam

Kapanıp açılıyor bir mavi

Şahmaran süt istiyor kefeninden

Üç aylık ölmüş çocukların

Kerem ile Arzu geliyor Aslı ile Kanber

Ay kana kana batıyor

Ay kana kana batıyor

Eşkiyalar gecenin yangınını izliyor uzakta

Kargapazarı dağlarını dolanan yaşlı ve öfkeli bir

otobüsteyim

Jandarma daima nesirde kalacaktır

Eşkiyalar silahlarını çapraz astıkça türkülerine

Ve bu dağlar böyle eşkıya güzelliği taşıdıkça

Patronun karısını zimmetine geçirip

Amasya'dan Kars'a kaçmakta olan sayman yardımcısıyla

Alevilikten konuşuyoruz uzun süre

Yanımdaki hep bir gazetede Marilym Monroe'nun

resimlerine bakıyor

Marilyn Monroe öldü diyorum ona

Ölümü siyah bir kakül gibi alnına düşürmesini bildi

Şimdiyse Cennette Nietzsche'nin metresi olması gerekir

Bunları diyorum daha ne varsa diyorum

İşte hiçbir sebep olmadığını sevişmemeye

İşte çocukluğumdan beri içimde bir önsezi olduğunu

Bunun bir gün birine rastlamak gibi bir şey olduğunu

Belki de bir günler bunun için Aydın'da

bulunduğumu

Zaten nedense hep bir şehirden bir şehre yolcu

olduğumu

İşte eflatun kakalı çocuklar olduğunu Kütahya'da

Ankara'da dokunak Yozgat’ta becerik olduğunu

Van'da güreşçi develer gibi süslediklerini kamyonları

İstanbul'da minarelerin lirik olduğunu köprülerinse

diyalektik

Acemi bir bulut bozuyor bütün görüntüyü eski bir şarkı

gibi

Bu şarkıyı ne zaman duysam aklıma

Sinirli bir elin uysal bir bardağa

Çok yukardan döktüğü bir içki gelir

Sonsuz ve olağanüstü bir bira

Köpüklene köpüklene biçimlendirir

Soyunarak ağlayan bir kadını

Acı bilincinde sonrasızlığın

Ama bırakalım bırakalım bunları

Yoldan piyade erleri geçiyor tahta bavullarıyla ve

büyük yakalarıyla

Ve faytoncular görüyorum

Yere basışlarındaki ağırlığı azaltmak için

Tanrısal bıyıklarıyla durumlarını paraşütlendiren

Kars'tayım bu ne biçim Kars bir kenarda

Pekala yalçınlık iddiasında bulunabilecek bir tepenin

üstünde

Kars kalesi yükseliyor

Gökyüzünü Ankara kalesine göre daha soyut ve daha

elverişli bir şekilde

Hırpalayan bu kale de olmasa

N'olacak bakalım hırpalayan bu kale de olmasa

Kuşkusuz artacak yalnızlığım sevgili çocuk

Biliyorsun ben hangi şehirdeysem

Yalnızlığın başkenti orası

Bir de yine sevgili çocuk

Biliyorsun kişi tutkularıyla

Yalnızlığını adlandırıyor o kadar

Arkada bir su devrile devrile akıyor

Rastgele bir ağaca soruyorum

Bir şey var sanki onu soruyorum

Değil orda diyor belki biraz daha ilerde

Tanrı meleğini ağırlamaya çalışan

Ataerkil bir aile gözümü alıyor

Dedelerin yüzlerinde erozyon

Silip götürmüş bütün evetleri

Annelerinse ağızlarında hiyeroglif

Babalarınsa ağustoslar atasözleri

Amcalarınsa avdan boş dönüyor elleri

Teyzelerse elleriyle yargılıyor gök güzelliğini

Ablalarınsa boyunları soru işareti

Ağabeylerse utançlarından emrah

Sıralanmışlar su boylarına

Bıçakla soyuyorlar kelimeleri

Ya suya giden küçük kızlar

Onlar

Tıpkı o kuşlar gibi

Uçan daha bir süre

Sonra da vurulduktan

Bir mezarın doğurduğu iştahlı bir çocuktur Anadolu şiiri

Ey şiir arayıcısı ey esrik kişi

Şu son dönemecini de aşınca gecenin

Doğacak gün artık gündüze ilişkin değil

Bu ağartı ancak yürekle karşılanabilir

Bütün iş orda işte, ordan usturuplu geçmesini bil

Tutsaksan ellerini sıvışır gibi zincirlerinden

Ve balyozla vursalar mısralarına

Soylu bir demir sesi yükselir

Soylu büyük ve mavi bir demir sesi

Ellerim egece yatısına çağrılmış

Ve

Telaşsız görünmeye çalışan bir Kafka gibi

Yüzüm giyotine abone