Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülleri hayatlarında ne değiştirdi?

Varlık Yayınları'nın düzenlediği 'Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülleri' sahiplerini buldu. Ödüle layık görülenler ve dosyaları dikkate değer görülen yazar ve şairler Zeliha Cenkci, Devrim Horlu, Halil Yörükoğlu ve Pelin Kıvrak ile konuştuk.

Google Haberlere Abone ol

Nergis Fırtına [email protected]

DUVARVarlık, 1933 yılında Yaşar Nabi Nayır yönetiminde hayatına başladı. İlk yıllarında yayımladığı Batı edebiyatı çevirileri ve şiirleriyle, kesintisiz yayınıyla günümüze kadar gelmiştir. İsmi, "yoktan var etme" çabasından ilham alarak sahibi Yaşar Nabi Nayır tarafından konulan dergide Türk edebiyatının birçok ünlü yazar ve şairinin ilk eserleri yayımlanmıştır.

Varlık Dergisi'nde bugüne kadar, Melih Cevdet Anday, Cahit Sıtkı Tarancı, Orhan Veli, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Necati Cumalı, Tarık Dursun K., Ece Ayhan, Attilâ İlhan, Yaşar Kemal, Aziz Nesin, Semih Poroy ve Tomris Uyar'ın da aralarında bulunduğu Türkçe Edebiyat'ın önemli isimlerinin yazıları yayımlandı. Derginin ilk sayılarında Sabri Esat Siyavuşgil, Ziya Osman Saba, Yaşar Nabi Nayır, Muammer Lütfi Bahşi, Vasfi Mahir Kocatürk, Cevdet Kudret Solok ve Kenan Hulusi Koray'dan oluşan Yedi Meşaleciler şiirleriyle yer aldı. Orhan Veli, Oktay Rifat ve Melih Cevdet Anday'dan oluşan Garipçiler'in şiirlerine ilk defa Varlık dergisi sayfalarında yer verildi. 'Garip Manifestosu' ilk olarak Varlık'ta yayımlandı. Dergide Köy Enstitüsü yazarlarına, özellikle Mahmut Makal'ın öykülerine de yer verdi. Cumhuriyet devri yazarlarının pek çoğu Varlık Dergisi'nde yazarak, edebiyat dünyasında isimlerini duyurdu.

Varlık Yayınları'nın düzenlediği, öykü ve şiir alanında verilen 'Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülleri' geçtiğimiz Haziran ayında sahiplerini buldu. Şiir dalında Devrim Horlu, öykü dalında Pelin Kıvrak ödüle layık görülürken; şiir dalında Zeliha Cenkci ve Zülal Demir, öykü dalında ise Erkmen Özbıçakçı, Serhat Köroğlu ve Halil Yörükoğlu'nun dosyaları dikkate değer görüldü.

Yarışmada derece elde eden Halil Yörükoğlu, Zeliha Cenkci, Pelik Kıvrak ve Devrim Horlu ile, Varlık Dergisi ve ödülün yazın hayatlarındaki etkilerini konuştuk.

HALİL YÖRÜKOĞLU: KALBİME TEMAS EDEN İNSANLARI YAZMA DERDİNDEYİM

Edebiyatın hayatınızdaki yeri nedir?

Halil Yörükoğlu: Evden çıkıp köşeyi dönünce rastlayacağım,rastlama ihtimalim olan ya da kalbime bir şekilde temas eden insanları yazma ya da yazmaya çalışma derdindeyim. Yazmasaydım deli olmazdım. Ama baya baya kederlenirdim. Bu insanlar her an yanımda,yöremde. Yazılmış olmaları ya da benzer şekilde yazanların çokluğu o insanları yazmama pek engel değil.Haliyle edebiyat her an yanımda. Hayatımın genelinde var olan bir şey.

Pelin Kıvrak: Aslında her şey babamın ben beş yaşındayken eve getirdiği bir atlas ile başladı. Kuşe kağıda basılmış ve epey ağır olduğunu hatırladığım atlasta ülke haritalarına ek olarak o ülkelerde yaşayan tipik insanların meşhur yerlerde ya da geleneksel işlerle uğraşırken çekilmiş fotoğrafları vardı. Karayip sayfalarında birkaç güzel plaj resmi, Kanada sayfalarında buz hokeyi oynayan kadınlar, İsviçre'de çikolata yiyen bir çocuk olduğunu hatırlıyorum mesela. Her akşam yemekten sonra babamdan atlası dolaptan çıkarmasını ister ve kendimi o hiç gitmediğim ülkelerde, o hiç tanımadığım insanların hayatlarının bir yerinde hayal ederdim. Yatağa girene kadar kafamın içinde onlarla konuşur, hayalimde kurduğum ülkelerini gezer, hatta bazen onlarla kavga ederdim. Aynı yıl okumayı öğrendim ve babam o yaz bana otuz üç kitaptan oluşan bir sadeleştirilmiş klasikler serisi hediye etti. Gün içinde o kitapları okur ama akşam yine her sayfasını artık ezbere bildiğim atlasa bakıp hayal kurmak isterdim. Hala okumalarımı gün ışığında yapar, hikayelerimi gece yazarım. Ve hala atlasın keşfetmemi sağladığı iki önemli şeyden beslenirim: kendimi başka birinin yerine koymanın zevki ve bolca seyahat etmek.

Pelin Kıvrak. Pelin Kıvrak

Zeliha Cenkci: Bize yabancı bir dünyada yaşıyoruz, yabancılaştırıldığımız. İçinde yaşamayı bir türlü kendimize yakıştıramadığımız dünyada, iriliğinden yere düştü düşecek bir meyve gibi sallanıp duruyoruz. O meyve incir olsun. Biz de içini kurtların kemirdiği bir incir olalım. Tazemizde kurumuzda kurtlar, kaynayıp duralım. İşte onu tutmaya çalışan dalla bir türlü barışamayan incir gibi ben de içine bir türlü yerleşemediğim dünyada beni şöyle de olsa tutacak bir dal arıyorum. O dal benim için edebiyattır. Edebiyat beni eğri büğrü de olsa dünyaya bağlar.

Çoğalan görüntülerin, seslerin, bütün bölünmüşlüklerin içinde, şeffaf ve trans alemimizde ben de bir şeyler üretme ihtiyacımı naçizane edebiyatla karşılar dururum. Unuttuğum “bütün olma” halini edebiyat hatırlatır bana. Üretmeye çalıştıkça kendimi tanırım. Kaç kurt kemiriyor organlarımı yazdıkça sayarım. Bu yüzden edebiyatın hayatımdaki en önemli işlevi beni bir terapist gibi koltuğuna oturtması, kendimi tanımama yardımcı olması, yabancı ve baş edemediğim her şeyle baş edebilmeyi öğretmesidir sanırım.

Devrim Horlu: Nereden gelip nereye doğru gittiğimiz belli. Hadiseye buradan baktığınız vakit her şeyin ne kadar tatsız olduğunu anlıyorsunuz ister istemez. Kelimeler bana evvela kendi karşıtını fısıldar. Yirmi dokuz yaşındayım. Aklım erdiğinden beri ne vakit hayatı düşünsem ister istemez ölümü de düşündüm. Edebiyat sanırım burada devreye giriyor benim için. İnsan, kefene sarıldıktan sonra; eğer bir eser ortaya koymamışsa, sizi tanıyan bir kaç kuşak da göçüp gittiği vakit unutuluyor. Bu bende çocukluğumdan bu yana büyüttüğüm ve önünü alamadığım bir korkudur. Zaten korku insanı bir şeylere tutunmak için teşvik eden en büyük duygulardan biri. Kimseyle konuşacak bir konu bulamayacağımdan korktuğum için okumaya başladım. Kendimi doğru ifade edemeyeceğimden korktuğum için deli gibi okudum ve yazmaya başladım. Edebiyat tıpkı diğer sanatlar gibi kendini ifade etme biçimi. İnsan içinde duyduğu seslere değişik yollarla karşılık verebilir. Bu sadece edebiyat ya da sanatın diğer dalları ile mümkündür demiyorum. Kimi kendini işine ya da bir insana adayarak iç sesiyle iletişim kurar; kimi de yazıp çizerek.

Çocukken kendimi sürekli izleniyor gibi hissederdim. Şu Truman Show filmindeki gibi aşağı yukarı. Şimdi düşününce aptalca geliyor elbette ama bu his yüzünden dilediğimce haylazlık yapamadım. Meselenin aslını anlayınca da bu izleniyor olma duygusunun içten içe hoşuma gittiğini fark ettim ve sanırım bu yüzden tiyatroya başladım. Çocukluk çağımdan bugüne dek edebiyatla ilgili olan her şeyle ilgilendim. Bu beni ömür boyu mutlu edecek.

En büyük şansım ilkokul mezunu olan anne babamın evde klasik eserler bulundurmasıydı. Edebiyatla olan dostluğum; iyi kitaplar okuma şansına eriştiğim, tiyatroyla içli dışlı olduğum o çocukluk döneminde başladı.

Ben evimde, iş yerimde, toplu taşıma araçlarında sürekli edebiyat üzerine okumalar yapıyor ve üretmeye çalışıyorum. Bunu da az evvel bahsettiğim korkular beni kuşattığı için yapıyorum. Edebiyat hayatımın tamamını kaplıyor. Ne kişisel meseleler, ne kariyer ne de başka bir şey onun önüne geçebilir. İnsan bir süre sonra yürüdüğü yola, sevdiklerine ya da memleketine onunla bakıyor. Bu sizi tertemiz kılıyor. İyi ediyor. Yunus Emre'nin dizesine dönersek şöyle diyebiliriz: Pazardaki halimiz pek parlak sayılmaz. Ama en azından edebiyat sayesinde; duymayacak bile olsak, mezar taşımıza dokunup bir iki güzel şey söyleyecek insanlar bırakabiliriz belki geride.

 ZELİHA CENKCİ: RUTİNLERİ KAFAMDA İMGELEŞTİRMEYE BAŞLADIM

Şiir yazmaya nasıl başladınız?

Zeliha Cenkci: Hep okumaya meraklı bir çocuktum. 5 yaşında okuduğum ilk şey bir gazete başlığıydı. O zamanlar yolda gördüğüm her tabelayı okurdum okumayı yeni öğrenen her çocuk gibi. Hatırlıyorum, silik silik Antalya caddeleri, caddelerdeki tabelalar geçiyor gözlerimin önünden. Şimdinin hikayeleri ve şiirleri onlar. Lisede okumalarım internette kendimce tuttuğum bloglara dönüştü. O zamanlar yazdığım şeylere öykü ya da şiir demiyordum, böyle bir bilincim yoktu fakat yazdıklarımı şiir olarak adlandırmaya başladığım ilk zaman bir rutin zamanıydı. Yani şiir yazmaya rutinde başladım. Hayatımda her şey bir rutine girmişti. Olaylar, kişiler ve nesneler benim için rutinleştikçe onları kafamda imgeleştirmeye başladım.

Her zaman olduğum gibi tedirgin, telaşlı bir haldeydim. Bu uçan bulut nereye uçuyor diye bile endişelenirdim. Bunu nasıl anlatsam. Jim Jarmusch’un son filmi Paterson’u izleyenler bilir. Filmde otobüs şoförü şairin hayatı kocaman bir rutindir. Şairin her gün geçtiği yol, her gün gördüğü insanlar, diğerinin aynısı olan o gün nasıl imgeleşir, şiire döner muazzam görselleştirmiştir Jarmusch. Benim de şiir yazmamı tetikleyen şeyin rutin olduğunu düşünüyorum. Bugünlerdeyse tüm telaşımı edebiyatta topladım. Bu sayede hem gereksiz kaygıları hem de rutini kıran bir maceraya ya da yolculuğa atılıyor gibi hissediyorum. Bir köpek şiir defterimi parçalıyor gibi heyecanlı ve tedirginim.

Devrim Horlu: Yazmaya başladığımda yazdığım şeye şu an şiir diyemeyeceğim için bu soruya sadece yazmaya nasıl başladığımın hikâyesini anlatarak cevap vermeye çalışsam daha iyi olacak sanırım. O zamanlar yaşadığımız evde annem babam çalıştığı için televizyon dışında tek eğlencem kasetçalardan müzik dinlemekti. Her gün babamın ne zaman aldığını bilmediğim bir kaseti takar, bir yandan dinler bir yandan da söylerdim. O zamanlar şarkıcı olmak gibi bir hayâlim de vardı açıkçası. Dinlediğim kasetler de Mahzuni Şerif, Musa Eroğlu, Neşet Ertaş, Arif Sağ gibi önemli ozan ve türkücülerin kasetleriydi.

Bir gün etiketi sökülmüş bir kaset taktım kiminmiş diye merak ederek. Bir baktım adamın biri bir şeyler söylüyor. Çocuk aklımla ne dediğine şimdiki gibi anlam veremiyorum elbette. Öte yandan çok da güzel geliyor kulağa cümleler. Akşam babam gelince kasetteki sesin Ahmed Arif olduğunu öğrendim. O günden sonra yine türkü dinleyip söylemeye devam ettim ama mutlaka Ahmed Arif dinliyorum türkülerden sonra. Sonraki birkaç hafta içinde kitaplarımdaki ve benden üç yaş büyük ablamın edebiyat kitaplarındaki şairlerin şiirlerini okudum.

Kitaplarda yer alan şiirler de güzel ama Ahmed Arif yok tuhaf bir şekilde. Sonra sonra birçok değerli ismin olmadığını öğrendim. Evde Nazım Hikmet'in gazete kâğıdına sarılı bir kitabını da bulunca bayram ettim açıkçası. Babamın neredeyse tüm kitapları gazete kâğıdına sarılı olduğu için hangi kitabın şiir hangisinin roman olduğunu ayırt etmem zor oluyordu. O dönem ortaokul öğretmenim aynı zamanda tır şoförüydü. Bunu onu aşağılamak için söylemiyorum. Bu çok güzel bir şeydi. Adamı kocaman tırın içinde görünce nedense çok mutlu olurduk. İsmi 'Hacı'ydı. Hacı hoca derdik adama. Her ders elinde ufak bir kasetçalarla gelirdi. Sürekli şimdilerde evlendirme programı ya da haber sunan bazı adamların seslendirdiği şeyleri dinletirdi.

Bir keresinde Ahmed Arif'in kasetini getirip ‘Bu da işte pek mühim bir adam değil ama dinleyin işte.’ diyerek belli etmişti kendini. Şiirden anlamıyordu vesselam. Ama ben o kaseti evde olduğu için onlarca kez dinlemiştim. Bir zaman sonra ders kitaplarıma ya da defterlerin arkasına bir şeyler yazmaya başladım. Birileri görür diye korksam da hâlâ bazılarını saklarım o defterlerin. Biri görür diye ödüm patlar çünkü sarı saçlar mavi gözler falan havalarda uçuşuyor.

Halil Yörükoğlu. Halil Yörükoğlu

Öykü yazmaya nasıl başladınız?

Halil Yörükoğlu: Duygusal ya da hikayesi olan bir başlangıcım yok. Okuma yazma öğrendiğimden beri ufak ufak cümleler yazıyordum. 3 yıldır bunu matematiksel olarak öykü halinde yazmaya çalıştım.

 

Pelin Kıvrak: Yaklaşık on yıldır günlük tutuyorum ve hikayeler için notlar yazıyorum; ama defterlerimdeki notları hikayelere çevirecek cesareti toplama sürecim akademik kariyerimle paralel ilerledi diyebilirim. Çünkü genç ve cesaretsiz bir yazarı heveslendiren en önemli şey Kafka’nın dediği gibi “donmuş denize vurulan bir balta” kadar kuvvetli eserleri tecrübe etmektir. Lisans eğitimimi Edebiyat Kuramı ve Dünya Edebiyatı üzerine yaptım ve sonrasında 2013 yılında Karşılaştırmalı Edebiyat dalında doktora çalışmalarına başladım. Bugünlerde hem hikayeler hem de yirminci yüzyılın ikinci yarısında roman, hümanizm ve kozmopolitanizm konusu üzerine bir doktora tezi yazıyorum. Akademik kariyerim ve öykücülüğüm “çok okuma” dürtüsünü ortak payda edinip birbirlerine paralel ilerleyen, amaçları aynı ama heyecanları bambaşka olan yaşam çizgileri...

 

PELİN KIVRAK: MERAK KURGUYU BAŞLATAN HİSTİR

Metinlerinizi kaleme alırken nasıl bir yol izlediniz?

 

Halil Yörükoğlu: İzlediğim belki de bilinçli olarak yapabildiğim tek yol sade ve içimden geldiği gibi anlatmak. Telefonumun notlar kısmına yazıyor ve sonra düzeltiyorum.

 

Zeliha Cenkci: Öncelikle şiirlerin pek çoğunun dosyanın hazırlanma sürecinde yeniden yazıldığını söyleyebilirim. Şiirleri yeniden yazarken ya da düzenlerken ana bir yönelim oluşturmaya, bir izlek çıkarmaya uğraştım. Bu süreçte sık sık kendime “Ne anlatmak istiyorum, neden yazıyorum ve hatta neden özellikle şiir yazıyorum?” gibi sorular sordum. Bu sorular vesilesiyle içimin kurtları, derdim, tasam şiire dökülüverdi. Devletleşen her cümleden itinayla kaçarken devleti nedenlemeye uğraştım. İmge tekrarı, biçim, ses uyumuna dikkat etmeye çalıştım. Yine de yeterli görmüyorum hiçbirini. Şiir asla bitmiyor, bıraksam kutuplara kadar uzar gibi geliyor bazen. Bitmiş şiir ender bulunan bir taş gibi. Her şiir yeniden ve yeniden üretir anlamını, her okunuşunda yeniden. Bu yüzden edebiyat uzun bir yol, şiir bazen sağda bazen solda kalan genişçe bir sokak. Şairin şiirleri kaleme alırken yolunu kaybetmesi hep muhtemel. Düz olmayan bir çizgide sarhoş gibi yürüyoruz yazarken ne de olsa. Yamuk yumuğuz hep.

 

Pelin Kıvrak: En sevdiğim film yönetmenlerinden biri geçen yıl vefat eden İranlı yönetmen Abbas Kiarostami'dir. Kiarostami kariyerine 1970'lerde İran'da başlamış ve devrimden sonra dahi ülkeden göç etmeyerek İran neo-realist sinemasının en önemli eserlerini vermiş bir yönetmen. Yaşamının son dönemlerinde senaryolarını İran dışındaki ülkelerde, dilini konuşmadığı aktörlerle çekmeye başlamıştı. 2012 yılında vizyona giren ve tamamı Japonya'da geçen son filmi de öncekiler gibi pek çok uluslararası festivalde gösterildi. O dönemde yapılan bir söyleşide Kiarostami'ye filmi neden Japonya'da çektiğini sordular. O da "Bilmem, belki de sushi'yi çok sevdiğimden," diye cevap verdi. Bu anektodu çok severim çünkü neden hikaye yazdığım sorulduğunda ben de "içimden geldiği için," gibi çocuksu bir cevap vermek isterim. Yazmaya, yaratmaya başlarken bir şeyin sizi kendisine çektiğini hissedersiniz. Sushi, ağlayan bir adam, bir resim, trafikte kaldığınızda yan arabada çocuğuyla konuşan kadın, bir kedinin telaşlı hali... Ve merak edersiniz... Merak kurguyu başlatan histir. Başka biri olmanın, başka bir hayat yaşamanın nasıl bir şey olabileceğini merak edip yazmaya başlarım hep. Biçimle, dille, uzunlukla ilgili endişeler yaratıcı sürecin ikinci halkasındadır benim için.

Devrim Horlu: Gölgeler Çürürken dosyası özelinde cevap vermem gerekirse; uzun bir sürece yayılan şiirler olduğu için, en çok izlediğim yol derdimi daha iyi anlatabileceğim kelimelerin peşinden gitmek oldu. Bir şey yazıyorsunuz ve bu çoğu zaman ilk yazıldığında sizin oluşturduğunuz bir taslak oluyor bu. Ben şiirin üzerinde çalışılarak yazılması gerektiğini düşünenlerdenim. Bu sadece şiir için geçerli değil elbette. Eğer yazdığınız şeye edebi bir değer biçecekseniz hangi tür olursa olsun onun üzerinde çalışmak gerekir. Üzerine düşünülmeden, sırf bir kaç afili söz bulup; bütünlüğü de boş verip yazdığınız şey kanımca iyi bir eser olamıyor. Bazen beklemeniz, yazdığınız konu hakkında duruşunuzun, iç sesinizin değişip değişmediğini görmeniz gerekebilir. Daha evvel yazdığınız bir şiire tekrar dönüp baktığınızda; değişmesi gereken noktalar varsa bunun üzerine düşünüp yeni bir şeyler üretmeniz gerekebilir.

Benim diğer bir gözettiğim konu da anlaşılır bir dil kullanmak. Bol bol okumaya gayret eden biri olarak, okuduğum bazı şiirlerde istemsiz olarak ‘ne anlattı acaba?’ diye soruyorum kendi kendime. Kapalı bir dil kullanmak elbette bir tercihtir ve bu şiirlerin iyi örneklerine bakarsanız her birinin esasen bir değil birden çok şey anlattığını görürsünüz. Bunu becerebilmek maharet ister.  Kastettiğim asla bu değil. Bazı şiirler kapalı değil ne yazık ki, şairine de sorsanız anlatamaz ne yazdığını. Özetlemek gerekirse şiire çalışmak, demlenmesine müsaade etmek ve anlaşılır olmaya dikkat etmek diyebilirim izlediğim yol konusunda.

 

Devrim Horlu. Devrim Horlu

DEVRİM HORLU: USTA BEHÇET AYSAN'LA AYNI ÖDÜLÜ ALMIŞ OLMAK KELİMELERLE ANLATILAMAZ

Varlık Yayınları çok uzun zamandır ödül vasıtasıyla kıymetli yazarlar çıkarıyor. Sizi, ödüle başvurmaya iten motivasyonlar nelerdi? 

Halil Yörükoğlu: Belki içten içe bir motivasyon, bir kabul görme arzusu olabilir. Hoş yakın arkadaşlarım beni daha evvel dikkate değer görmüşlerdi. Yazıyordum, gene yazıyorum. Yazmaya devam edeceğim umarım.

 

Zeliha Cenkci: Edebiyatına ve edebiyatçısına pek kıymet vermeyen bir ülkede yaşıyoruz. Bu kıymet verilmeyen, önemsiz görülen alanda kendimizi var etmeye çalışıyoruz. Maalesef gençseniz, şiir yazıyorsanız ve kadınsanız işler biraz daha zorlaşabiliyor. Pek çok iktidarla sürekli mücadele halinde buluveriyorsunuz kendinizi. Bu yüzden dosyanızı bir yayınevine sunabilmeniz, kitabınızı bastırabilmeniz için eserlerinizin belli otoritelerin onayından geçmesi muhakkak önemli bir hale geliyor. Bu otoriteler edebiyat ödülleri ve belli başlı edebiyat dergileri. Beni de ödüle başvurmaya iten motivasyon kendimi var etme çabasından başka bir şey değildi. Şöyle diyebilirim sanırım, yarışmaya katılmam bir lüzum, bir lazımdı.

Devrim Horlu: Dediğiniz gibi Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülü'nü kazanan isimlerin her biri çok kıymetli. Bu isimlerin yanında benim de bulunuyor olmam başlı başına büyük bir mutluluk sebebi. Hepsi birbirinden değerli olan bu şairlerle anılmanın mutluluğu ile beraber yıllardır aşkla okuduğum, usta dediğim Behçet Aysan ile aynı ödülü almış olmak ise kelimelerle anlatılmaz bir his. Yaşar Nabi Nayır Gençlik ödülleri önceden beri takip ettiğim, bazen cılız bir cesaret bulup katılmak istediğim bir ödüldü. Gölgeler Çürürken isimli dosyam ortalama bir yıldır elimde hazır olmasına rağmen, herhangi bir yarışma ya da yayınevine göndermemiştim. Son aşamada dosyayı yine bu ödülle başvuru tarihleri aynı anda bitecek olan bir yarışmaya yollayacaktım.

Beni Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödüllerine göndermem için yönlendiren, bu yıl 'Sennur Sezer Öykü Ödülü'nü kazanan kıymetli arkadaşım Şeyma Koç olmuştur. Sadece yönlendirmekle kalmamış, dosyayı da düzenlemiştir. Bu bağlamda kendisine minnettarım. Başka bir motivasyon konusu da elbette artık bir şeyler yapma zamanının geldiğini hissetmiş olmam. Uzun zamandır yazın alanında üretmeye çalışan biri olarak önceden beri yazdıklarımı insanlarla paylaşmak istiyordum. Bunu yazdığım oyunları sahneleyerek, şiirleri ve öyküleri değişik dergi ve fanzinlere yollayarak bir şekilde yapıyordum ama bir kitapla ortaya çıkma cesaretini gösteremedim. Hazır değildim sanırım. Üniversitede çok sevdiğim bir hocam "Pişman olacağın bir şey yapma, zamanı gelince zaten olur" demişti. Onu dinlemem iyi oldu.

Pelin Kıvrak: Bu yılki Yaşar Nabi Nayır Ödülleri’ne katılım sürecinin başladığını öğrendiğimde “değer biçme” konusuna epey kafa yorduğum bir dönemden geçiyordum ve bu dönemde aslında hayatımızın çoğu evresinde kurallarını bizim belirlemediğimiz değer sistemlerini sorgulamadan kabul ettiğimiz gerçeğiyle bir kez daha yüzleştim. Değer öyle soyut bir şey ki en objektif biçimde cisimleştirilmiş hali bile - mesela altın veya para - güç sahibi bir adamın ağzından çıkan bir sözle bir anda değişebiliyor. İstediğiniz kişiye değer verebiliyorsunuz ama bazen benzer bir değeri kazanmak için binlerce sınava tabi tutuluyorsunuz. Üzerinde kılı kırk yararcasına bir titizlikle çalıştığınız, elli sayfalık altı nüshadan oluşan öykü dosyanızı Varlık yayınlarına göndermek üzere paketleyip postaneye gittiğinizde "içinde ne var?" diye soran güler yüzlü memura sadece "kağıt" diye cevap verebiliyorsunuz. O da dosyayı teraziye koyup "639 gram geldi” diyor.

Yan gişede askerdeki oğluna el açması peynirli börek gönderen teyzenin paketi 800 gram geliyor. Ölçülebilen değerlerle biçilen değerler arasındaki fark, bakış açınıza göre bir hikayeyi mizaha ya da trajediye götürebiliyor. Öte yandan, “edebi eserlerin değerini hangi parametrelere dayanarak belirleyebiliriz?” sorusu akademide sürekli ele alıp hiçbir zaman doğru düzgün cevap veremediğimiz bir soru. Bir yanda kitapların kaç baskı yaptıkları, çevrildikleri dillerin sayısı gibi objektif veriler var elbette, ama o noktada da “okunmuş olmak bir eseri değerli kılar mı?” ya da “değerli kılınabilmesi için kimler tarafından okunmuş olmalı?" gibi yeni bir soru dalgasıyla karşılaşıyorsunuz. Genç yazarlara verilen ödüllerin onları edebiyat dünyasına bu soruların (henüz) önemli olmadığı bir odadan buyur ettiğini düşünüyorum. Çünkü çıraklığının başında tereddütlerle boğuşan bir yazarın birinci isteği çok okunmak ya da ünlü olmak değil, benzer yollardan geçmiş birilerinin ona eserinin okunmaya değer olduğunu söylemesidir. Bu yüzden Yaşar Nabi Nayır Ödülü'nün temsil ettiği değerlere layık görülmüş olmaktan ötürü kıvanç duyuyorum.

Zeliha Cenkçi. Zeliha Cenkci

Günümüzde ödüllerle ilgili eleştirel yaklaşımlar var. Siz nasıl bakıyorsunuz?

Halil Yörükoğlu: Eleştiriyi kimin yaptığı önemli. Bir sürü önemli yazarın yolu bu ödüllerden geçmiş. Bir sürü kıymetli yazarın yolu ödüllerle hiç kesişmemiş bile. Kabul görme değil de, bir motivasyon olarak bakmak lazım.

Zeliha Cenkci: Taylan Kara bir yazısına Umberto Eco’nun şu alıntısıyla başlar: “Kültür ve sanatta bize “en iyi” diye sunulanlar esasında sadece menüdeki tercihlerle sınırlıdır.” Bugün bizlerin de yarışmalar aracılığıyla onayını almaya çalıştığımız şairler/yazarlar elbette bir şekilde kanona girebilmeyi başarabilmiş edebiyatçılardır. Edebiyat ödüllerindeki oligarşiyi, iktidarı yok saymak mümkün değil. Neredeyse her yarışmada yer alan sözde edebiyat otoritelerinin de farkındayım. Öyle ki Türkiye’de jürisi olduğu yarışmadan ödül alan pek çok jüri üyesi görebiliriz. Bence bu bir ayıptır. Bazı yarışmalarda eserler okunmaz, jüri üyeleri yarışmadan çekilir…Skandallar havalarda uçuşur. Leyla Erbil’in kitaplarının başında şu ibare yer alır: “Bu kitap hiçbir 'ödül'e katılmamıştır."

Bu inanılmaz onurlu bir duruştur bana göre. Büyüklük, yücelik budur. Kanon dışına itilmeye çalışılan bir kadındır Leyla Erbil ama bugüne kalan en büyük edebiyatlardan biri onun edebiyatıdır. Bunları düşünürken ödüle katılmak bir çelişki midir peki? Belki evet fakat bazı yarışmalar vardır ki o yarışmalarda otoritelerin sözü bir yere kadar geçer. Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülleri, Arkadaş Zekai Özger Şiir Ödülü gibi ödüller benim güvendiğim ödüllerdir. Ha, bir gün elbette bu yarışmalardan da skandal sonuçlar duyulabilir fakat bir ödüle katılacaksak illa, jürisine bakarak önce biz bazı yarışmaları elemeliyiz. Önce biz jüri olmalıyız ki skandalların havalarda uçuştuğu bazı yarışmaların prestiji kalmasın. Özetle böyle düşünüyorum sanırım.

Devrim Horlu: Ödüller ben kendimi bildim bileli eleştiriliyor. Benim en çok duyduğum "Şiir yarıştırılır mı? " sorusu oldu şimdiye kadar. Bu ya da benzeri soruları soran insanların samimi bir şekilde  şiire ne kadar değer verdiklerini tahmin edebiliyorum. Bu tür tartışmalar hep olmuştu ve olacak. Öte yandan isim olarak dikkat edilmesi gereken, şiir ya da başka türlerde bir şeyler ortaya koymaya çalışan; belki naçizane bir katkı sağlama ihtimali olan bizim gibi gençlere bir cesaret vermesi bakımından önemli görüyorum ödülleri. Benim için şiirde dikkate değer görülen Zeliha Cenkci'yi ve Zülal Demir'i, öykü ödülünü kazanan Pelin Kıvrak'ı ve yine öykü dalında dikkate değer görülen Erkmen Özbıçakçı'yı, Halil Yörükoğlu'nu ve Serhat Köroğlu'nu biliyor olmak önemlidir.

İsimlerini anmışken her birini tek tek tebrik ediyorum. Ödüller çoğunluğun haberdar olmadığı bizler için mühim zira kitapçıda çalışan biri olarak söylemem gerekirse, sahiden de o bayat gelen söz çok doğru; şiir okunmuyor. Nitelikli eser üretmeye, kendini bunun için eğitmeye çalışan birçok insan tanıyorum fakat bu insanlar ne yapıyor, ne yazıyor kimsenin haberi yok maalesef. Elbette bu tür ödüller hakkaniyet gözetilerek verilmeli. Ben bir ödülle taçlansın ya da hiç fark edilmemiş olsun; iyi eserlerin bir gün hak ettikleri değeri göreceğine inanıyorum. Ödüller edebiyat üzerine çalışan, düşünen insanları teşvik ediyor. Zaten maksadı edebiyat için bir şeyler yapmak olmayanlar yarına kalmayacaktır. Ödül aldığım için söylemiyorum ama bu tür ödüllerin bir zararı olduğunu düşünmüyorum.

Pelin Kıvrak: Dünyada bir insanın bir diğerinin hislerini anlamak için çaba göstermesinden daha erdemli bir uğraş olduğunu düşünmüyorum. Hem yazarı hem de okuyucuyu bunu denemeye yaklaştıracak her türlü teşvik bende sadece olumlu hisler doğuruyor. Bu teşviklerin nitelikleri, süreçleri ve adil olup olmadıkları bir yazar olarak değil, akademisyen olarak cevaplayabilirim sadece. Ama bu tarz değerlendirmeleri yapabilmek için her süreci kendi içinde araştırıp yeterli veriye sahip olarak analiz etmek gerektiğine inanıyorum. Yine de bu keyifli söyleşiyi arşivlere gitmesi gereken bir akademisyen ciddiyetiyle sonlandırmak istemem.

Ödüle layık görülen dosyam için seçtiğim "Hiçlikte İhtimal Var" başlığından da anlaşılabileceği gibi ben zor anlarda dahi iyimser olmaya çalışan bir yazarım. Bireylerin hayatlarını tehlikeye sokacak boyutta adaletsizliklerin yaşandığı bu günlerde insanlara birbirlerini anlama ve önemseme duygusunun hafifliğini, güzelliğini hatırlatacak sanat eserlerine ihtiyacımız olduğu kanaatindeyim; bize ulaşma yolları ne olursa olsun...