Oylum Yılmaz: 'Davamız ilmi, siyasi, edebidir'

Oylum Yılmaz ile son kitabı 'Gerçek Hayat' hakkında konuştuk. Yılmaz, "Gerçek Hayat’ı yazarken kendimle en büyük mücadelem bu oldu. Dilin büyüsüne, sesine ve hatta anlatıcı kibrine kapılıp gitmekten, diğer yandan da hikayemi aktarma çabasına yenik düşüp dili ikinci plana atmaktan aynı anda korkuyordum. Hikayenin dayattığı sese de, dilin büyüsüne kapılıp gitmek de çok kolaydı çünkü. Bir denge tutturmaya çalıştım. Dil, hikayenin kendisidir aslında, tıpkı gerçeğin de hayalden ibaret olması gibi. Umarım, hevesime, isteğime bir parça olsa da yaklaşmışımdır. Kararı okur verecek elbette…" dedi.

Google Haberlere Abone ol

'Cadı' adlı ilk romanını 2012'de yayımlayan Oylum Yılmaz’ın yeni kitabı “Gerçek Hayat”, İletişim Yayınları’ndan çıktı. “Gerçek Hayat”ta da yine okuru efsunlu bir kabuğun içine sarıp sarmalayan anlatımını sürdüren Yılmaz, genç Leyla’nın karanlıkta kalmış öyküsünün geçmişten gelen kadınlarla aydınlanışını anlatıyor.

Türkçe edebiyatın temel taşlarından olan fakat isimleri unutmuş/unutturulmuş kadınları, Fatma Aliye’yi, Cahide Uçuk’u ve Suat Derviş’i birer karakter olarak karşımızda bulduğumuz “Gerçek Hayat”, son zamanların en güçlü kadın eserlerinden olmaya aday. Geçmiş yıllarda olduğu kadar hâlâ kadınların varlığını aşındırmaya çalışan o eril silindire kafa tutan kitap, hakkı yenen tüm kadınların hakkını arıyor.

Oylum Yılmaz, “Gerçek Hayat”ını ve gücüne güç katan kadınları anlattı.

Senin için büyülü gerçekçi diyebilir miyiz?

Tür edebiyatını severim, tür edebiyatını ikinci sınıf bir edebiyat cinsi olarak değerlendirmem, kaçış edebiyatı diyenlere gülerim, seve seve okurum. Ama kendi adıma kabul de etmem, çünkü büyülü gerçekçilik, doğduğu toprakların, Latin Amerika’nın dışına çıktığınız anda, ana akım edebiyatın “gerçekçilik” sınırı ve takıntısı içinde bir yere sığdıramadığı, onunla nasıl baş edeceğini bilemediği metinleri hapsedip sonra da üzerilerine vurduğu yerel, folklorik, mistik, mitik bir damga… Gerçekçilik, bir takıntı haline geldiğinde, kendi elimizle yeniden yarattığımız bir dil hapishanesi olarak çıkar önümüze. Bizim romanımızın Tanzimat’la beraber doğduğu yer de tam orasıdır aslında.

Öyle ki, bizim romanımız hayalden, olağanüstünden, mistik olandan, batıldan kaçmak, gerçeğe dokunmak için doğar. Yazarın halkı gerçeklere çekme, onu eğitme görevi ve sorumluluğu vardır. Bu öyle içimize işlemiş bir sorumluluktur ki, bugüne geldiğimizde, sorumluluk kısmı gitmiş, gerçeklik takıntısı bize miras kalmıştır belki de.

Oysaki edebiyatın, hikayenin, romanın kendisi bir hayal zaten. Dil gerçekse edebiyat yalan, söz uçuyorsa yazı kalan… Bir hayali, bir yalanı yaşatıyoruz biz hep beraber. Kısacası yazdıklarımda ne gerçek var ne de büyü, gerçeğe benzeyen bir hayalden başka hiçbir şey yok. Romanın adını işte tam da bu yüzden Gerçek Hayat koydum. Ne büyülü gerçekçiliğe ne mitpunk denen yeni edebi türe, ne fantastiğe ne de başka herhangi bir kalıbın içine sığmasın diye… Yoksa onca hayalin ve hayaletin kol gezdiği, herkesin birbirine, en başta da kendine su gibi yalan söylediği, gerçeği yaşanmaz olduğu için hayaline sarıldıkları bir şehirde yaşadıkları bir romanın adı neden Gerçek Hayat olsun?

'GEÇMİŞE HER BAKTIĞIMDA VERİLMİŞ BÜYÜK BİR MÜCADELE GÖRÜYORUM'

Cadının girişinde babaannenin masallarına, anneannenin masal gibi yaşamına ve annenin hayatın bir masal olduğunu öğretişine teşekkür ediyordun. Bu kadınların ve o masalların ‘Gerçek Hayat’ta da payı var mı?

gercek-hayat Oylum Yılmaz, Gerçek Hayat, İletişim Yayınları, 2017.

Elbette var. İster istemez yazdığım her şeye değecek onların sözleri, hikayeleri. Onlar aynı zamanda Büyükada demek benim içim. Sanırım ömrümün sonuna kadar Büyükada’da geçen ya da Gerçek Hayat gibi ucu adaya değen hikayeler anlatıp duracağım.

Gerçek Hayat’ta adanın ve ailemin kadınlarının hikayelerinden çıkıp başka üç kadının hikayesine, Fatma Aliye’ye, Suat Derviş’e ve Cahit Uçuk’a vardım. Tabii bir de Çukurcuma’ya…

Görmezden gelinmek, unutulmak, unutturulmak, hiç yokmuş gibi olmak toplumsal cinsiyet çerçevesinde, kadınlığın kaderi gibi görünür hep. Fatma Aliye Cumhuriyet’in unuttuğu bir yazar, Suat Derviş komünist olduğu için unutuluşa terk edilmiş, Cahit Uçuk’un ise popüler aşk romanları yazdığı için üzerine perde çekilmiş. Bugün hiçbir erkek yazarın sadece bu sebeplerle görmezden gelindiğini söyleyemeyiz, değil mi?

Zannediyorum ki, benim hikayem tam bu noktada başlıyor. O kalın unutuluş perdesini kendimce aralamak, hatırlamak ve teşekkür etmek için yazıyorum. Çünkü perdeyi aralayıp geçmişe her baktığımda verilmiş büyük bir mücadele görüyorum.

Leyla’nın “Yeraltına Çekilmiş Unutulmuş/Unutturulmuş Devrimci Kadın Yazarlar Cemiyeti” ile tanışması okurda ölüme dair bir sorgulama başlatıyor. Peki ya senin için nedir ölüm? Ölümden sonra hayat var mıdır?

Romanın bir yerinde babaannesi ölen Leyla’nın mezarlıkta kayboluşu var. Çocuk gözleriyle Heybeliada Mezarlığı’nı bir bahçe olarak görüyor ve oradaki pırıltılı canlılığın ölüm değil, hayat olduğunu zannediyor. Daha doğrusu büyükannesini o karanlık odadan bu ışıltılı bahçeye getirmiş olmalarına seviniyor. Ben de biraz onun gibi hissediyorum. İnsanın o artık kutsiyet derecesinde önem verdiğimiz bilincinden kurtulup taşa, toprağa, ağaca katılacağı anın ölümle değil hayatla ilgili olduğunu düşünmek istiyorum. Bilinçli hayat, ölüm, hatta ölümden beter bir şey! Ve bunun bir sonu olmalı değil mi? Yoksa ölümden sonra hayata hiç mi hiç inanmıyorum.

'HANGİMİZ DELİRMEDİK Kİ'

Leyla, delilikle, akıllılık, hayalle gerçek arasında gidip gelen bir karakter. Leyla yazmaya başlayınca deliren bir karakter midir? Yazmak bir delilik hali midir? Yoksa Abasıyanık’ın dediği gibi, yazmasak mı delirirdik?

Leyla’nın hayalle gerçek arasında gidip gelmesi, ilk gençliğin sonuna doğru, hayattan, toplumdan ve kendinden beklediklerinin gerçekleşmeyeceğini anladığı andan itibaren başlıyor. Gerçek ayatHh Hayat, 2000 yılında geçen bir hikaye. 2000 yılı biliyorsun kriz yılı, koalisyon hükümetleri devrinin kapanış yılı, sağın sağıyla tanışma yılı, hayata dönüş operasyonlarının yılı. Leyla için gecenin çıt ettiği an, içinde yaşadığı ülkeden de çatırdama seslerinin yükseldiği an. İşsiz, parasız, yalnız, toplumsal ve kentsel dönüşümün ortasında Beyoğlu’nda, Çukurcuma’nın çukurunda kalakalmış bir kadın. Hatta kim bilir bugün bildiğimiz anlamda İstanbul’un ve Beyoğlu’nun da sonunda… Gerçek diye sarıldığı tüm değerler yalanlaşırken o da herkes gibi kendi hayatının kahramanı olmaya çalışıyor. Bunu da “doğal olarak” başaramayınca gerçek ve hayal birbirine karışmaya başlıyor. Kısacası, yazmak bir yana, hangimiz delirmedik ki?!

Diğer yandan yazmayla delirmeyi her ne kadar gözümüzün bebeği Sait Faik dile getirmiş olsa da, bu daha çok kadın yazarların ve onların kahramanlarının üzerlerine bile isteye aldıkları bir şey. “Yazmasaydım delirecektim”, giderek yazarak deliren yazarları imlemeye başladı. Ancak zaman içinde özellikle kadını sınırlayan, etiketleyen, can sıkıcı bir işarete dönüştüğünü düşünüyorum bunun. Yazmak, hiç tartışmasız bir akıl işidir, içinde yaşadığımız zamanda yazarak yaşamaya çalışmak deliliktir olsa olsa. Hem politik hem de ekonomik anlamda.

Fatma Aliye’nin anlattıklarım bitmemişti serzenişi, adeta yazarlığın neden ölümsüz bir iş olduğunu açıklıyor. Sence yazının büyüsü, bu zamandan ve mekandan bağımsızlığında mı saklı?

“Davamız ilmi, siyasi, edebidir.” Bu Tanzimat’la yeşeren birinci dalga kadın hareketimizin sloganlarından biri. Ancak ben kişisel olarak bunu genel olarak edebiyatın kendisine de yakıştırıyorum ve zamanın sınırlarını bu şekilde zorlayanların ölümsüzlüğe dokunabileceklerini düşünüyorum.

Romanda söz verdiğin tüm kadın yazarlara adeta içlerinde kalan şeyleri söyletiyorsun. Belki bir deyişle onları unutturanlardan intikam alıyorsun. Bunu yapmak yüreğini hafifletti mi?

Hafifletti ama yetmedi elbette! Romanda onların ağzından uydurduğum şeyler, gerçekten içlerinde kalan sözler mi? İnan bilmiyorum, bildiğim tek şey benim içimde kaldıkları! İntikam almaya gelince… Edebiyat kamusu, resmi tarih gibi işleyen bir çark. Kanonu yaratıyorlar ve dışında kalan ne varsa, sonsuza kadar dışarıda kalmalarını sağlıyorlar. Bu yazarlar, bir avuç akademisyenin ilgisinden çıkıp edebiyat okurunun da aklına düşse, Cahit Uçuk’un kitapları yeniden basılsa, Suat Derviş’in gotik novellaları basıldı ama yeniden, gerçek anlamda gün yüzüne çıksa,  kocası izin vermediği için on yıl kitap okuyamayan Fatma Aliye’nin, ilk kadın romancımızın romanları daha çok okunsa… İşte o zaman olur!

'TÜKENEN VE TÜKETEN AKLIMIZ, YÜREĞİMİZ DEĞİL' 

Sadece kadın yazarların değil, tüm kadınların üzerindeki toplumsal baskıya da çok cesurca parmak basıyorsun. Peki, bugün kadın üzerinde süren ilkel tartışmalara ne diyorsun? Sence biz kararlı bir kadın hareketi geliştirebilecek miyiz?

Gerçek Hayat’ın bir yerinde, zannediyorum Suat Derviş ve Leyla arasında yaşanan tartışmalardan biri, küçük bir sır verişle bitiyor: “Erkekler kadın, kadınlar erkek gibi olduğunda.” Ben bu düşünceyi Susan Sontag’dan emanet almıştım. Sontag toplumsal hayatın her yerinde kadınların yüksünmeden erkekler gibi olması gerektiğini salık veriyor. Kadın başkan olsun, ama varsın erkek gibi başkan olsun, erkek gibi işçi, erkek gibi memur olsun! Başka türlü eşitlenemeyeceğimizi, kadınlığı erkekliğin her alanında erkekliğe ortak çıkmadan geri alamayacağımızı işaret ediyor. Ben buna inanıyorum… İkincisi, bizim zaten kararlı bir kadın hareketimiz var. Geleneğimiz var, gelenek üzerine örülmüş tartışmalarımız var. Yazarlarımız, gazetecilerimiz, sanatçılarımız… var. Bu da eril kamu tarafından unutturulmaya çalışılan, üzeri örtülmeye çalışılan gerçeklerden biri. Yılgınlık ve hafızasızlık tuzağına düşülmesin, yeter.

Aşk sence de cinayet mi Oylum? Bir kadınla bir erkeğin ilişkisi bu kadar tüketen, bitiren bir şey mi?

Bazen kendine rağmen yaşadığını düşünmez misin? Ya da betonun içinden bir filizin neden çıktığını? Bir ağacın tam olarak neden toprağı ve suyu kendine dönüştürdüğünü? Aşktan, yaşama aşkından başka bir oylum2cevabı olamaz gibi geliyor bütün bunların. İnsani aşk da öyle, sebepsiz, önüne geçilemez. Ama değil tabii, aşk cinayet değil ama toplumsal cinsiyet rollerinin ötesine geçmek, en azından aşkın hatırına oraya göz dikmek gerekiyor belki de. Tükenen ve tüketen aklımız, yoksa yüreğimiz değil.

Gündelik edebiyatın dışında bir dille karşılaşıyoruz romanda. Dil mi, hikaye mi?

Gerçek Hayat’ı yazarken kendimle en büyük mücadelem bu oldu. Dilin büyüsüne, sesine ve hatta anlatıcı kibrine kapılıp gitmekten, diğer yandan da hikayemi aktarma çabasına yenik düşüp dili ikinci plana atmaktan aynı anda korkuyordum. Hikayenin dayattığı sese de, dilin büyüsüne kapılıp gitmek de çok kolaydı çünkü. Bir denge tutturmaya çalıştım. Dil, hikayenin kendisidir aslında, tıpkı gerçeğin de hayalden ibaret olması gibi. Umarım, hevesime, isteğime bir parça olsa da yaklaşmışımdır. Kararı okur verecek elbette…

Tabii bir de yayın dünyasının, kabaca söylemek gerekirse piyasanın kuşağım yazarları üzerinde kurduğu baskı söz konusu. Tabii okur beğenisi bugüne kadar hiç olmadığı kadar yazarın peşine düşmüş durumda. Sosyal medya aracılığıyla, iyi niyetli de olsa yazar-okur birbirine neredeyse dokunuyor. Buna kapılıp gidenler aynı hikayeleri, aynı kalıplaşmış dille, tek sesli bir müzik gibi seslendirip duruyorlar ne yazık ki. Etkilenmemek, kapılıp gitmemek benim kuşağımın yazarlarının da temel mücadele alanlarından biri olacak sanırım.

“Gerçek Hayat”ta sadece doğuştan kadın olanlara değil, kadın olmayı tercih edenleri de görüyoruz. Bir başka romanda sadece kadın olmayı tercih edenlerin yaralarını anlatmayı düşünüyor musun?

Gerçek Hayat’ın kahramanlarından biri de bir transseksüel. Güçlü, güzel, zengin bir biliminsanı olarak hayal ettim onu. İçinde kadınla erkek nasıl birbirine karıştıysa, bilimle büyü, olasılık hesaplarıyla kehanetler ve yaşamla ölümü de aynı anda taşıyor. Hem mağdur hem de güçlü…  Mağdur kadınları, mağdur LGBTİ bireyleri, yoksulları anlatmak sadece bu çerçeve içinde görüp anlatmak, kötülüğü iyilikten ayrı düşünmek, erkekle kadını ayrı yerlerde kurmak kadar zayıf ve ikiyüzlü geliyor çünkü bana.

Hayalle gerçeğin birbirine karışması gibi kadınla erkeğin de zaman içinde birbirine karışacağını umut ediyorum ben. Hatta insanlığın kurtuluşunun da bu birbirine karışmadan, belki de cinsiyetsizleşmeden geçeceğini… Sanırım, bunu anlatmaya devam edeceğim.