Diyarbakır ve güncel sanat gerçeği

Şener Özmen Türkçe şiirleriyle tanıdığımız bir Kürt sanatçı... Özmen ile çağdaş sanatı ve edebiyatı konuştuk.

Google Haberlere Abone ol

Şener Özmen’i Türkçe yazdığı şiirlerle tanıdık. Daha sonra güncel sanat alanında ürettiği çalışmalar ve yazdığı yazılarla gündeme geldi. Özmen, hem yazmayı hem de güncel sanat alanında üretmeyi sürdürüyor. Yazmaya Türkçe başlamış olsa da daha sonra Kürtçe yazmayı tercih etti, bu dilde hikayeler ve romanlar yazdı. Şener Özmen’le yaptığımız söyleşide, geçtiğimiz günlerde Lîs Yayınları’nın Sanat-Kuram dizisinden çıkan ve güncel sanat tartışmalarını konu alan kitaplarını konuştuk. Söyleşinin sonuna Özmen’in yakında yayımlanacak romanı “Xeyb”den (Gaip) bir bölüm alarak bu eksikliği gidermeye çalıştık.

Güncel sanata dair kuramsal tartışmalara yer veren yazı ve söyleşilerin iki kitap halinde yayımlandı. “Sevişen Kurgular” ilk baskısıyla çıkıyor okurun karşısına, “Travma ve Islahat” ise ikinci baskısını yaptı. Mâlum, kuramsal kitapların yeni baskılar yapmasına alışık değiliz. 1990’lı yıllardaki tartışmaları hatırlamak, bugünden yorumlamak için önemli bir olanak olarak değerlendirdiğim “Travma ve Islahat”ın ikinci baskı yapma ‘başarısı’ nereden kaynaklanıyor, diye sormadan bu söyleşi tam olmayacak gibi geliyor bana. Ne dersin?

Mayıs 2007’de yayınlamıştık Travma ve Islahat’ı, baskısı tükeneli epey bir zaman olmuştu ancak, ben ikinci baskı için hazır –veyahut istekli– değildim ve bunun çeşitli sebepleri vardı. İlk baskı da (muhtemelen hesap hatası ve muhtemelen cetvelle), sırt yazısı ortalanmamış, sadece ama sadece yazı yazarken kullandığım (her yazarın bir yazı karakteri var değil mi? Mesela sen sorularını Calibri ile yazıp göndermişsin!) “Times New Roman” karakterini, hiç uygun olmadığı halde tutup kapakta kullanmış, dipnotlarda abartıya kaçmış, kitabın sonuna Ahmet Öğüt’le yaptığımız Boyama Kitabı ve Kan Baldan Tatlıdır’dan (2004) seçme imajlar koymuştum. Şaka bir yana, bir yere, bir söyleme, dışarıdan sızmaya mı çalışıyorum diye hep sordum kendime. Uluslararası Sanat Eleştirenleri Derneği AICA Türkiye üyesiydim, sanırım üyeliğim hâlâ sürüyor (beni atmalarını istemiştim, ancak bir önceki başkanımız sevgili Evrim Altuğ, benim için bir çözüm bulmuştu) ve bunu kimse bilmiyor, hoş, ben de hiçbir tartışmaya katılmıyorum, söz söylemiyorum, yorumda bulunmuyorum, zaten platform da sergi paylaşım alanı haline gelmiş vesaire vesaire.

senerozmenfotop Şener Özmen...

Bir ara Paris’teki merkeze AICA Diyarbakır Seksiyonu açmak istiyorum diye yazmayı da düşündüm, komik olurdu, ama belki de ciddiye binerdi, şimdi bu söylediklerim de tartışma konusu olur, geçiyorum. Çok daha yetkin kalemler var artık güncel sanat üzerine yazan, zaman zaman sergilerim üzerinden bana gelen soruları oturup düzeltiyorum, baştan ayağa klişe dolu, ah nasıl da Doğulu sanatçı, nasıl da Diyarbakır’da sanatçı, merkezden uzak vah vah, yok Mardin dağları (Mardin’de dağ mı var benim göremediğim), Hasankeyf yatırları, soruları böyle adam edince, yanıtlamak içimden gelmiyor artık! Kesin olan bir şey var, ne bu toprakları ne de bu topraklarda yaşayanları –ne de çıkan üretimleri– zerreyi miskal tanımıyorlar!

Hiçbir şey bilmiyorlar aslında! Son on-on beş yıldır Diyarbakır’dan çıkan sanat işlerine dair bir tek kafa açıcı metin bulamazsınız, var olanlar da (daha çok değini düzeyinde), işleri de sanatçıları da daha ne kadar oryantalize ederimin peşinde.

Uzaylılar daha iyi yaklaşıyor, daha iyi okuyor, Hito Styerl ile hâlâ birbirimizin işlerini çözmeye çalışıyoruz, her seferinde daha bir şaşırarak. Ona olan hayranlığımı gizlemiyorum, beyninin içine girmek istiyorum, tokat gibi değil, böğrüne bir yumruk gibi geliyor yazdıkları, işleri de öyle. Kısacası, sanata dair yazmak niyetinde değilim, yayınevine her gidişimde, Travma ve Islahat’ın ikinci baskısı mevzu bahis edildi, her seferinde bir bahane bulup erteledim, araya başka işler sokuşturdum, biliyorsun, hiç ama hiç boş durmuyorum.

Başarısına gelince, ben bir başarı olarak görmüyorum, mütevazılıktan değil, başarı rejimine inanmadığımdan, kitap da zaten bir yöntem arayışında, dönemsel olduğu kadar, kişisel de.

Sevişen Kurgular’ın ise, önce başlığı alıp götürdü beni. Aslında Bilen Bilir gibi bir başlık. Tasarımlar değişti, kapak görselleri değişti ve Lîs Yayınları’nın 344. kitabı olarak çıktı. Sanatçı aslında ne ister (2012) videomdan bir kare kullandım Sevişen Kurgular’da, Travma ve Islahat’ın 2. baskısında ise; “Yolda, (2012) adlı fotoğraf çalışmamı kullandım. Benim değil mi, istediğim gibi kullanırım! Sevişen Kurgular son artık, biliyorsunuz sanat dünyasında sergi katalogları her an bulabileceğiniz yayınlar değil.

Kitaptaki metinlerin, makalelerin, söyleşilerin bir bölümü de böyle, yani Cengiz Tekin üzerine kaleme aldığım sergi yazısı, daha çok kişi tarafından okunacak, Evrim Altuğ’un söyleşisi Almanca olarak yayınlanmıştı, şimdi Türkçesini okuyacaklar, Vasıf Kortun’un sorusuna verdiğim yanıt aramızdaydı, şimdi çoğaldı, Halil Altındere’nin Free Kick sergisi kataloğu kaç kişide mevcut Allah aşkına!? Lîs’in Sanat-Kuram Dizisi’ni de çeşitlendirmek istiyoruz bir yandan. Sanat okuyan lisans, yüksek lisans öğrencilerini düşünelim, sanat ve dünya İstanbul’dan ibaret değil...

‘GÜNCEL SANAT POLİTİKADAN ROL ÇALMIYOR…’

Güncel sanat 90’lı yıllardan bu yana, zaman zaman alevlenerek, hep tartışılıyor. Tartışılan konulardan biri de güncel sanatın ne olduğuyla ilgiliydi. Herkes tarafından kabul gören bir tanımı nihayet oluştu diyebilir miyiz? Merak edip kitaplarını alacak okurlar için ek olarak, kendi tanımını da yapabilir misin?

indirSeninle bir söyleşi gerçekleştirmiştik İMC TV için, Diyarbakır Söyleşileri tagıyla hâlâ Dailymotion’da, sorular zaman zaman bu söyleşiden geliyor, ilk bunu izlediğini söyleyip, konuya girenler de bir hayli fazla. Sen o söyleşide de sormuştun ve ben de lafı ağzımda gevelemiştim. Arkada Diyarbakır surları, ekili araziler, mevsim yaz, şimdi bir level daha ileride teknoloji, Ai Weiwei Midilli Adası’na henüz gitmemiş, adam Danimarka’daki sergisini kapatacak, biz daha fazla sergi açmak için çabalayacağız. Sanırım teknoloji her seferinde güncel sanatın olası tanımlarını biraz daha genişletiyor. Halil Altındere’nin Neuer Berliner Kunstverein’deki solo sergisi Space Refugeede (15 Eylül-6 Kasım 2016), Suriyeli göçmen astronot Muhammed Faris’ın hayatına yoğunlaşmıştı.

Suriye’deki kaos, DAEŞ, göç, mültecilik, Akdeniz kâbusu, delinen botlar, insan kaçakçıları, kafile kafile boğulan çocuklar, yani ister Türkiye’de yaşıyor ve üretiyor olsun, ister dünyanın başka bir yerinde, son birkaç yıl içinde sanatçıların ilgi alanlarında da bir kayma oldu, bunları farkındalık hissiyatıyla atılmış iyi niyetli adımlar olarak da okuyabilirsiniz, sanat tarihsel açıdan da. Kim demişti AIDS’ten söz edilmiyor artık diye? Ama öyle! Çünkü gelen daha korkunç ve üzeri imajla örtülemeyecek kadar büyük. Tabii BM’nin iyi niyet elçisi gibi de hareket edebilirsin... Güncel sanatın tanımı mı? Hayır, politikadan rol çalmıyor, başka türlü bir politika tahayyülü ile baş başa bırakıyor sizi.

ESTETİK OLANI TARTIŞMAK

Yine 90’lı yıllardan devam edecek olursak, Kürt sanatçıların çalışmaları çok tartışılmış, sanat camiasında politik içerikleri, politik nedenlerle bir çeşit ‘lince’ maruz kalmıştı. Şimdi durum nedir?

sener12 Şener Özmen, Kifayetsiz Hikâyeler Müsabakası, Everest Yayınları

Sanmıyorum, yani bir lince maruz kalacak şekilde dallanıp budaklanmadı tepkiler. Eleştiriler olmadı değil, bu da sıklıkla ‘estetik olan’ ile ‘estetik olmayan’ arasında gidip geldi. Kimi sanat yazarları, Kürt orijinli sanatçıların katılım sayısıyla, politik doğrucu halleriyle ilgilendi, ama bu da 90’larda değil, 2000’li yılların ilk çeyreğinde, özellikle bazı sanatçıların uluslararası sanat alanında görünür olması, Diyarbakır’a güncel sanat üzerinden bir farkındalık zemini açmaya başladıklarında patladı. Her iki kitapta da Diyarbakır ve güncel sanat gerçeğini okuyacaksınız. Ancak, dediğim gibi, bu alanlar tartışmaya açık alanlar hiç olmadı, cesaret edilmedi açıkçası.

Kutluğ Ataman, Istanbul Art News için verdiği söyleşide, Diyarbakır’ın güncel sanat anlamında bittiğini ilan etmişti. Ona göre Diyarbakır’daki pratikler, zaten desteklerle ayakta duruyordu, destekler (?) çekildiğinde, her şey bitmişti (!) DSM’den mi söz ediyordu acaba? Zirâ tek tek sanatçıların hiçbir şekilde AB kültürel fonlarıyla desteklendiğine tanık olmadım. İkincisi ve bence üzerinde durulması gereken noktalardan biri de, bu pratiklerin ne olduğuydu. 14. İstanbul Bienali’nin küratörü Carolyn Christopher-Bakargiev’le, Halil Altındere ve Süreyyya Evren’in Kullanma Kılavuzu 2.0: Türkiye’de Güncel Sanat 1975-2015’te İstanbul Karaköy, Vault Hotel, Fındıklı Toplantı Salonu’nda gerçekleştirdikleri söyleşide, önemli bölümler var, Bakargiev bu türden konuşmaları basına vermedi ancak, söyleşide şöyle bir açtı.

Kısa bir alıntı yapmak istiyorum izninle: “Türkiye’nin 1990’lardaki tarihine bakarsanız, Avrupa Topluluğu’nun üyesi olmak için mücadele ediyordu. Böylece devlet eleştirinin önündeki engeli kaldırdı. Kürt sanatçılar da işte o zaman önem kazandı. 1990’lar ve 2000’lerde Vasıf Kortun ve Platform Garanti çok önemliydi.

Uluslararası genç sanatçılar gelip burada kalmaya başladı. Türkiye’den genç sanatçılar çıkmaya başladı.” (CCB, UM 2.0, 202) Ardından şunları söylüyordu Bakargiev; “René Block uluslararası bienali icat ettiyse Rosa Martinez de AET’nin parçası olmak isteyen Türkiye için hem uluslararası hem yerel olan bu paralel bienali yarattı. Ülkede de çoğulluk olduğu için, Türkiye’de çoğulluk olduğunu dünyaya göstermek isteyen bienal de otoriter değildi, sadece Türk değil aynı zamanda Kürttü. Kürt sanatçılar için muhteşem bir andı bu, çünkü AET’ye üye olmak istiyorlardı. Kapılar açılmıştı; ulusalarasılığı istemeyen geleneksel, tutucu, küçük burjuvaziye karşı mücadele veriliyordu: Bir de Kemalist burjuvazinin soyundan gelen başka bir burjuvazi vardı. Sanat, kültür ve seküler hayatla gelen modernleşme geleneğinin takipçileriydiler.

Atatürk zamanından kalma bir gelenekti bu, Bienal’e destek verenler onlardı. Bugün bile Türkiye sanatlarında, Diyarbakırlı Kürt sanatçılar da dahil olmak üzere, çeşitliliği yine onlar destekliyorlar. Çok geçmeden Ahmet Öğüt çıktı geldi. Daha çok video kullanan, daha siyasi sanatçılardı onlar.” (CCB, UM 2.0, 202) Burada nelere itiraz edilebilir? Bakargiev’in cılız siyasi görüşlerine mi, Türkiye’yi ve özellikle Kürt orijinli sanatçıları tanımazlığına mı, bilemiyorum. Ama tabii, “Diyarbakırlı Kürt sanatçılar da dahil olmak üzere, çeşitliliği yine onlar destekliyorlar” doğru bir tespit. Yani Ataman’ın hasmane tutumu gibi değil.

Şimdi durum nedir? Kürt sanatçılar (kendilerini bir Kürt sanatçı olarak tanımlayanlar veyahut, ne yaparlarsa yapsınlar, yine Kürt sanatçı olarak tanımlananlar) işlerini üretmeye devam ediyor, sergiler açıyor, sergilere katılıyorlar. Son birkaç yıl çok zor geçti, hepimiz için öyle.

Daha önce de konuştuğumuzu hatırlıyorum, benim izleyebildiğim kadarıyla güncel sanat içinde kendini tarif eden Kürt sanatçılar çok sert, sarsıcı, kışkırtıcı eserlere imza attılar. Bu sanatçıların/eserlerin bir şekilde kabul görmesi, sergilenmesi, satın alınması aynı zamanda sermaye ile temasını da sağlıyor. Sermaye, sertlik, sarsıcılık, kışkırtıcılık vb. için bir sorun değil mi? Bunun üstesinden nasıl gelebiliyorsunuz?

Görünen o ki,hiçbir sanatçının sözünü ettiğiniz o temasla ilgili sorunu yok. Bir iş, çok sert (buz tabakaları gibi), sarsıcı (izleyiciyi protoplazmalarına değin etkileyen), kışkırtıcı (üzerinden iş yapacak kadar) olabilir, mesele politik göndermelerde düğümleniyor ve burada da araya üçüncü taraflar (sonra esas taraf oluyor) giriyor. Konjonktürel işler, hızlı bir şekilde değer kaybedebiliyor, bu bazen son derece iyi bir çalışma da olabiliyor. Hayır, sorun değil, sanatçı daha fazla sermaye için her şeyi kurban etmeye hazır, buna etnik kimlik ve değerler sistemi de dahil.

Ayrı bir kategoriye koyma taraftarı değilim, yani adam sırf toplumsal sorunlara (güdük bir) tarihselcilik üzerinden yaklaşıyor, yara berelerimizi gösteriyor, şurada burada yaşıyor ve üretiyor diye, elinden çıkmış her çalışmaya da politik demek, bana fazlasıyla komik geliyor. Keşke bir dinleseler o sanatçıları! Siyasi görüşlerinin nerelerden beslendiğini de görecekler. Yani kötü, kötü, kötü!

TÜRKÇE DÜŞÜNÜP KÜRTÇE YAZMAK

Edebiyata geçersek… Kitapların Türkçeye çevrildi. Kürt yazarların kitaplarının Türkçeye çevrilmesi (Mehmed Uzun’u saymazsak) epey gecikmeli oldu. Edebiyatın halkları birbirine yakınlaştırma gücüne inanıyorum ve bu gecikmenin, bu bitmez gibi görünen çatışmalı ortama katkı sunduğuna inanıyorum. Sen ne dersin bu konuda?

kitap123 .

Olur derim, demek isterim, ama olmuyor be kardeşim! Kürt yayıncılığının hali ortada, bu yıl Diyarbakır’da bir kitap fuarı olur mu, o da bilinmiyor. Çeviri evet, bu dili yakalamak, bu ortak dil üzerinden dertleşmek için en iyi araç, diğeri de sanat işte. Ama elbette yeterli değil, yine çeviri piyasasında Mehmed Uzun ve birkaç Kürt yazarın kitapları dışında, hiçbir şey yok. Muhtemelen varolan veyahut girilen süreç(ler), bu alanı da etkiliyor.

Kürtlerin ise böyle bir kültür politikası yok, çeviri yok, dolaşım yok, farkındalık yok diye veryansın etmek, yermek, eleştirmek yerine, kendimize bakmalı. Kürtçe yazıyorsun diye eleştiriliyorsun, sonra o Kürtçe yazdıkların Türkçe çevirisiyle, A, B, C yayınlarından (büyük bir olaymış gibi) çıkıyor diye yine aynı odaklarca eleştiriliyorsun, eleştiri de değil, bildiğin intikam duygusu, kör ve düşmanca. Mehmed Uzun göçüp gitti ama hâlâ dillerinden kurtulamadı, yazık! Yaz kardeşim, roman mı yazmak istiyorsun, öykü mü, şiir mi, en iyisini sen mi yapmak arzusundasın, yap o zaman, sosyal medya koltuğundan kıçını kaldır yap!

Kürtlerden iyi romancı çıkmamıştır, çıkmaz da de, sabaha kadar de bunu, ama ne olur temellendir bu söylediklerini. Pastoral diline mi güveniyorsun, köyünün diyalektiğine mi, otur bir-iki kitap çevir dünya dillerine, belki o vakit birileri bir hayır duası eder ölmüşlerine. Bütün beslenme kaynakların önünde sonunda Türkçe, Murakami’yi de, Baudelaire’i de, Nabokov’u da bu dil üzerinden okuyorsun, yazmıştım bir keresinde, Türkçe düşünüp, Kürtçe yazıyoruz diye ve bu uzun bir zaman böyle sürecek gibi. Bunu ölümüm olarak görmüyorum ki! Nedir ötesini düşünmek? Kürtçe düşünmek diye bir şey kalmış mı? Sor bakayım kendine!?

Ben direnenler kısmındayım, Kürtçe yazmayı, ama özellikle Kürtçe roman yazmayı ne çok sevdiğimi anlatamam! Bu benim bir dille mücadelem falan değil, bu benim Kürtçenin koyaklarını bulma çabam, elbette tüm bunları Türkçe üzerinden de anlatabilirim, hem de gramerine falan takılıp kalmadan, sözcük bükümlü mü değil mi, kafa yormadan, “k” mi olacaktı, “q”mu, diye paralanmadan, Kürtçe daha zor, gerçekten daha zor! Ama, ben bir roman yazarıyım, dünya dışı gezegenlerdeki olası yaşam biçimlerine de böyle anlatacağım meramımı, Kürtçe yazıyorum ve bundan haz duyuyorum.

‘XEYB’ YAKINDA ÇIKIYOR

Yeni bir roman çalıştığını biliyorum. Ne zaman bitiyor?

Evet, evet, iki yıl oldu, bitirdim, bitirebildim en nihayet! Adını Xeyb (Gaip) koydum. 300 sayfadan biraz fazlaca, içime sindi, uçtum kimileyin. Okurumun da seveceğini söyleyebilirim, Diyarbakır, Cizre, Uzakdoğu ve düşlemsel mekânlar arasında gidip gelen fantastik bir aşk ve aşkı kaybetmenin öyküsü. Zamanda sıçramalar (Cegerxwîn’in Cîm û Gulperî’sine ithafen), dil belki daha sadeleşmiş, sakinleşmiş diyelim. Bu vesileyle kısa bir bölüm verelim sevgili okurlara:

“... Sêribê jîyana min, bi kul û derdên bêwarîyê fût çû bêyî ku çîrokeke min hebe. Erê min bi gurra dengê dilê xwe yî ku xwe li ciwanîyê datanî kir û bi biryareke teletel zewicîm, agirê hûbê yê ku para bêhtir bi hêrseke erzan î ku min li hemberî hevrikê xwe yî tolaz ku hew carekê min ew di lîwaneke bîlardoyê de dîtibû –ya rast em liqayî hev hatibûn– û tew mêro ji min xwestibû ku ez jî rahêjim istaqayekê û pê re destekî bilîzim, his dikir ku min ew istaqa di xewn û xeyalên xwe de her gav û dugav di serê wî de dişikand, derbas bûbû û azwerîya bi nan û av kirina şeytanê kor î lîbîdoyê yê xwe di kûrahîyên hiş û hoşeyên min de telandî, bûbû sedem ku ez vê rêya hat û nehatê bidim ber xwe, bêyî ku zanibim wekî ev rê, rêyeke rast e yan na.

"...

Şu haymatlos ömrümün abartısız üçte ikisi, yersiz yurtsuzluğun dertleri ve acılarıyla -üstelik bir öyküm bile olmadan-  boş yere geçti gitti. Kendini hâlâ genç zanneden zavallı yüreğimin sesini

dinleyip, alelacele bir kararla evleniverdim. Daha çok baldırı çıplak rakibime duyduğum ucuz öfkemle harlanan aşk ateşi (çocukla sadece bir kez bir bilardo salonunda yüz yüze ve gelmiş,

benden ıstakalardan birini alıp, kendisiyle bir el oynamamı bile istemiş, ne ki o ıstaka düşlerimde her daim kafasının orta yerinde kırılıvermiş, kıskançlık krizi daha bir derinleşmişti), zihnimin derinlerinde bana cee eden libidomu besleme arzusuyla birleşerek, bu dönüşsüz yola (doğru mu yanlış mı yaptığımı bir an bile düşünmeden) girmeme sebebiyet vermişti.

***

Li Baxçeya Adenê evîneke şilfîtazî hebû ku laşê xwe bi ava çemê kûmreşîyê dişûşt û vedişûşt, ku hingê dîmena ramûsaneke mesûm a ji kuja lêv jî xewa şevan li min diherimand ya ku wekî mukirhatinekê citî dilê min kiribû, niha jî ez li wan rojên xwe yên mişextîya dildarîyê digerim bi keserkêşîyeke ku min ji xwe hêvî ne dikir. Min gelek jê hez kir, lêbelê qey hezkirina min têra wê çendê nekir ku yaqûta min a şîn a rojhilatî û dûr heta hetayê li tengala dilê min bimîne, gotibû ez ê vegerim û ez jî di pawûka wê de mabûm.

Aden'in Bahçesi'nde çırılçıplak bir aşk vardı bedenini haset nehrinin sularıyla yıkayan, ki o zamanlar, dudak kıyısından alınmış masum bir öpücükbile (bunu yüreğime saplar gibi söyleyivermişti), uykularımı zehir ediyor, gidip gelip aşk sürgünü olduğum yıllarıma dönüyordum, kendimden ummadığım bir hüzünle. Onu çok, ama çok sevdim, ne ki aşkım, "uzak" ve "Doğulu" mavi yakutumun hep yanıbaşımda kalmasına yetmedi, "Döneceğim," demişti, salak gibi yolunu gözlemiştim ben de.

***

Ji rojan yekşem e. Li ser nivîna me ya nû wilo serpiştê veketî me û hîn jî bandora xewnereşka ku min ber destê êvarî dîtî, li ser min e. Çi gotibû kalê ku ji nîşka ve bi firê ketibû: “Her çiraya ko te dît ne felat e, carna ronahî bixwe zilûmat e... Bayê jihişker a ji vantîlatora westirandî digobile li depa sînga min î ku carekê ketibû bin kêrê, dide û balîfa di bin serê min de şil û şo bûye ji xwêdanê; sêrê têlîpêçîyên min li devera herî hênik digerin li ser nivînê, belam bêçûne ye. Pişta min, kûlîmek û binçokên min çi bigire bi çarşeva xwelîreng ve bûne yek. Tîna hundir daneket bin 35 ºC’yê, perdeyên derîyê şaneşînê hew çîçkek jî nelivîyan. Ma te got ev heyat e!? Îro ro ez jî mirîyekî zindî me li vî bajarî…”

Günlerden Pazar, yeni aldığımız yatağımızda, sırtüstü uzanmış vaziyetteyim ve hâlâ akşamüstü gördüğüm kâbusun etkisi var

üstümde. Ne demişti ihtiyar: "Gördüğün her ışığı kurtuluş sanma, bazan aydınlığın kendisi bile zifiri karanlıktır...Sabitlenmiş vantilatörden esen kafa ütüleyici hava, bir kez bıçak altına yatmış göğsümün orta yerine vuruyor, başımın altındaki yastık su gibi olmuş terden; parmakuçlarım yataktaki en serin noktayı boş yere arıyor. Sırtım, kabaetlerim, baldırlarım külrengi çarşafa yapışmış  neredeyse. Derece 35'in altına düşmedi, balkon kapısını örten tül perde bir milim dahi kımıldamadı. "Bu da hayat mı yani!? Bugüne bugün ben de yaşayan bir ölüyüm bu şehirde!"

Böyle işte...