Gamze Arslan: 'Çok fazla ses birikti zihnimde'

Yaşar Nabi Nayır Gençlik Öykü Ödülü’nün bu seneki kazananı ‘’Çerçialan’’ isimli kitabıyla Gamze Arslan oldu. Arslan ''Dramaturgi bilgisi elbette önemli burada çünkü dramanın ve dramatik yazmanın kodlarını bildiğinizde “klasik dramatik yapıyı” da istediğiniz şekilde dönüşüme uğratabiliyorsunuz'' dedi.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Yaşar Nabi Nayır Gençlik Öykü Ödülü’nün bu seneki kazananı ‘’Çerçialan’’ isimli kitabıyla Gamze Arslan oldu. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde Tiyatro Bölümü/ Dramatik Yazarlık Anasanat Dalı mezunu olan Arslan, şu sıralar izlenme rekorları kıran ‘’Vatanım Sensin’’ dizisinin de senaristlerinden biri… ‘’Otuzuncu kışını yaşayan, Ankara doğumlu ama baba tarafından Yozgat-Çerçialan, anne tarafındansa Kırşehir-Hacıbektaşlı, büyüdüğü yerler bakımından da memur çocuğu olmanın gezme halini taşıyan biriyim.’’ diyerek başladığımız röportajda ‘’Çerçialan’’ı konuştuk.

gamze12 .

İÇİNE GİRDİĞİMİZ HER ŞEYE UYUM SAĞLAMAYA ÇALIŞIYORUZ

Çeşitli kesimlerin, birden çok sosyal sınıfın anlatıldığı öyküler yazmışsınız ‘Çerçialan’da. Kırda, kentte, taşrada geçen öyküler yazıp özgün bir edebi dil yaratma meselesine nasıl karar verdiniz?

Bir karar diyemem buna galiba. İlk yazdığım yazıyı (ki niyeyse hep şiir oluyor) düşünüyorum, ortaokul öğrencisi bir kızın annesine kendi sesini duyurmaya çalıştığı bir dörtlüktü. İçine girdiğimiz her şeye uyum sağlamaya çalışıyoruz galiba yazarken. Oradan konuşmayı öğreniyoruz ve bir süre sonra içimizdeki çok mekânlılık, çok dillilikten çıkıyor sözcükler ve hikâyeler.

Bu soruda nedense babam ve iki amcamın sesi var gibi. Şöyle ki; rahmetli amcam ortaokul zamanı, ilk kez gideceğimiz köyümüzde okumam için bana Dost Kitabevi’nden Gogol’ün Bir Delinin Hatıra Defteri’ni almıştı. Çocuk kitaplarından sonra kafamı sert bir taşa çarpmış gibiydim, köyde sobanın başında uyuyup kaldığımda “burun” tarafından ele geçiriliyordum. Bundan kısa süre sonra bir gece pikniğine gitmiştik ailecek.

Benim için oldukça ürkütücü ama güvenimi pekiştiren bir deneyimdi. O gece cümbür cemaat orman yolundan giderken diğer amcam Şeyh Bedrettin Destanı’nı yüksek sesle okuyarak korkumu kırmıştı. Bu da hayattaki o çoğul sesin, anlatının ve acının deneyimi olmuştu. Babamın 73 senesinde yazmış olduğu öyküleri okumamın da üzerimde etki bıraktığını söyleyebilirim. Çoğul seslilik galiba böyle böyle girdi yaşantıma.

Kalabalık bir ailede, ama kentte ama köyde, Çocuk Esirgeme’de müdürlük yapan babamın görevi nedeniyle memur çocuğu olarak birçok yurda girip çıkarak çok fazla ses birikti zihnimde.

Babaannemden köyde ayının kız kaçırdığı ve ondan bebeler yaptığı hikâyeyi dinleyip, Yozgat’taki Ermeni kilisesi Artin’in Bölüğü’nden kalan tek taşa bakıp “Tarih bu mu?” diye çocuk aklımla babama sorup, Hacıbektaş’ta beş taşın hikâyesini dinleyip, ceme girdiğimde büyülenmemle bir dil oluştu galiba. Ya da ben bunlara yaslamak istedim yazdığım her şeyi. Şehirden bakıp, onu kucaklayarak da tabii ki... Özgün dil diyemem ama kalabalık hayat diyebilirim.

Bütün öykülerinizde ‘’tanıklık’’ durumu söz konusu… Bu durum, insanın merak etme, bilme anlayışının somut göstergesi olabilir mi?

stalin1 Çerçialan, Varlık Yayınları, 2016.

Bu durum bilmekten ya da merak etmekten daha çok insansızlaşma isteği, yalnız kalma korkusu, anlaşılamama durumunun tezahürü gibi sanki. Tanıklık öykülerde hep insan dışındaki canlılara, nesnelere yüklenmiş durumda. “Küf Korkusu Olmalı İnsanda” öyküsünde erilin şiddetine tanık olup da görmeyen-görmek istemeyen üst komşudan bakışı alıp on kiloluk iki fareye vermeye çalıştım.

Ya da “Bimka” öyküsünde ısrarla görmeyen-bilmeyen insanlara karşı tarihî yapının tahribatını, restorasyonun can acıtmasını yine bir heykelin bakışına vermeye çalıştım. Jacqueline Rose Görme ve Cinsellik kitabında Lacan ile bir balıkçı arasında geçen konuşmayı naklederken, suyun yüzeyindeki sardalye konservesini işaret eden balıkçının “Şu tenekeyi görüyor musun? O seni görmüyor!” diye kahkaha attığını ve Lacan’ın da daha sonra bu ânı düşünüp göz ve bakış arasındaki bölünmeye örnek olarak gösterdiğini söyler.

Lacan’a göre konserve kutusu onu göremese de, gözlemciye geri yansıttığı ışığın odak noktası olması dolayısıyla bir anlamda ona bakıyordur. Anlatmaya çalıştığım tanıklık galiba tam da buradan besleniyor, göz ve bakışın çarpıklığı, gören gözün ve bakan gözün kopukluğu... Bunun temeli de “öteki”nin sorunlu ilişkiselliği ya da yokluğu gibi aslında.

‘’Dudu ve Nimet’’ öyküsünde Dudu’nun içindeki derin kıskançlık duygusuna Nimet adında sarı bir ineğin tanık oluşu gibi. Ya da “Kırk Bin Geyikli Derviş” öyküsünde dervişin gerçekleşemeyen mucizesi “geyik”lerin köye inmesi durumunda “geyik”lerin hem özne hem de tanık oluşu gibi. Bu anlamda tanıklık ilişkisi iki insan arasındaki faşizmin reddine ve hayvanın saf tanıklığına, eşyanın somut ve vakur duruşuna odaklanıyor diyebilirim.

Karakterlerinin ‘şiddete olan ilgisinin modern insanın epistemolojik anlamda politik bir ‘’çıkışsızlık’’ yaşadığı gerçeğine vurgu yaptığı söylenebilir mi?

Ben tam tersini düşünüyorum galiba. Politik bir çıkışsızlıktan çok, çıkış yollarının bireyler tarafından yeniden üretilmesi söz konusu. Şiddet bu durumda çok kaba haliyle bir cinayet ya da kıyım değil, bir özgürleşme aracı karakterlerde. “Küf Korkusu Olmalı İnsanda” öyküsü sanıyorum şiddetin en yoğun hissedildiği öykülerden biri. Anlatıcı kadının kendisine fiziksel, cinsel ve psikolojik şiddet uygulayan kocasını kesip parçalara ayırdıktan sonra, beden parçalarını kendisine uygulanan şiddet ânında tanıklık etmiş farelere yedirmesi aslında bir öz savunma biçimi.

Şiddete olan ilgiden çok daha öte bir şey var burada, şiddetin bilinçli olarak seçilmesi. Karakterler çıkışsızlıktan çok kendi çıkışlarını yaratıyorlar. Şiddeti kullanma nedenleri ve yolları değişse de her birinin vardığı nihai hedef bir tür özgürleşme, kabuğu kaldırma ve ara durumdan kurtulma oluyor.

MİTTEN YOLA ÇIKMAK...

‘’Kırk Bin Geyikli Derviş’’ isimli öykünde bir Alevi mitini yazdığınız görülüyor. Alevi söylencelerinden beslendiğinizi, bu beslenme halinin dilinize  de yansıdığını söyleyebilir miyiz?

“Kırk Bin Geyikli Derviş”de kullandığım iç anlatı Kars’ta sözel olarak aktarılan Hayrani Baba Ocağı hikâyesinden alınmadır. “Geyik” motifinin bu ocakta bir mucize formu olarak kullanılması durumunu kurmaca Ali Seyit karakteriyle birleştirmeye çalıştım. Yani Ali Seyit’in kaset takıp dinlediği anılardaki Yavuz Sultan Selim hikâyesi ve geyiklerin köye inmesi, Hayrani Baba Ocağının anlatılarıdır. Kurmaca kısmında ise mucize bekleyen bir dervişin, sadece bunun için yaşaması, dedelik mertebesine varabilmek için geyikleri beklerken kendi oğlunun başını bir kere okşamaması durumu var.

Aslında mitten yola çıkarak yapmak istediğim şey, baba-oğul ilişkisinde ilişkinin yön değiştirmesi ve dervişlik için mucize bekleyen babanın yerine mucizenin oğula gelmesi. Bu öykü iç katmanında Kars yöresindeki bir alevi ocağına ait anlatıyı kullanırken, dış katmanında da bir baba-oğul meselesine eğilerek, Yavuz Sultan Selim’in katliamlarına uzanan bir süreci anlatmayı hedefliyor diyebilirim.

Alevi söylencelerinden beslenmeye çalışıyorum, biraz da hamurumda bununla yoğurulduğum için ister istemez dile ve hikâye anlatıcılığına da yansıyor fakat her zaman bu mitleri yeniden okumaya, kurmacasını yeniden biçimlendirmeye çalışıyorum. Bir tür yeniden yazma durumu diyebilirim.

Öykülerinizin ortak özelliği kadınların iç dünyasına dair belirgin özellikler taşıyor diye düşünüyorum. Bu durumun sizde nasıl bir karşılığı var?

Bir tür isyan duygusu şeklinde bir karşılığı var aslında. Kadınların kadınlarla olan ilişkisini merak ediyorum, o bakış, seviş, görüşteki iktidarı... İki kadının arasında erkin, toplumsal ilişkilerin zorlamalarının ve sevme biçimlerinin yarattığı ilişkileri sorgulamak galiba maksadım. “Küf Korkusu Olmalı İnsanda”, “Dudu ve Nimet” ile “Tüzen Söz”de bunu aramaya çalıştım. “Dudu ve Nimet”te bir inekle kadının ilişkisindeki yakıcı sevgi, “Tüzen Söz”deki anne ile kızı arasındaki cinayetle sonuçlanan sevgi hep toplumsal ilişkilerin belirlenmişliği ile çiziliyor aslında.

Dudu Nimet’i “kaybedeceğinden korktuğu” için, Tüzen Söz’de kız annesini “babanın terk edişiyle evdeki kadınlarda yarattığı travmalardan” dolayı öldürüyor. Kadına bir tür erk üzerinden ve eksik bir varlık olarak yaklaşıldığından, kendisini başka birinde tamamlama duygusunun travmatik halini görüyorum burada. Dudu’nun sevilme ihtiyacı ve kaybetme korkusu tam böyle bir noktadan çıkıyor.

Eksik kadın Dudu... Ya da “Tüzen Söz”de kızın anneyle olan ilişkisi, evi terk eden baba üzerinden travmatik bir hal alıyor. “Küf Korkusu Olmalı İnsanda” öyküsünde ise bir kadına yardım eli uzatmayan bir kadını anlatmaya çalıştım. Fakat yardım etmeyen alt komşu Nezile de yine toplumdaki statü ve kariyer kaygısı ile çevrelenmiş durumda. Bu anlamda kadınlığı belirlenmiş ilişkiler ve erkin tahribatıyla aktarmaya çalıştım.

Şu an yayınlanan ‘’Vatanım Sensin’’ dizisinin senaristlerinden birisiniz aynı zamanda. Dizi yazarlığı öykücü kimliğiniz üzerinde nasıl bir etkiye sahip?

Dizi yazarlığının en büyük etkisi bence kurmaca üzerinde... Öykünün biçimine dair hareket alanınızı genişletiyor dizi yazarlığı. Öykü yazarlığı için tehlikeli bir tarafı olduğu aşikâr ama eğer elinizdeki kurmaca oyuncağını belli sınırlarda kullanırsanız öykünün yapısında size epey yol gösterici olabiliyor. Her hafta bir şeyler yazmanın getirdiği yazma pratikliği ve disiplin dışında, dizi yazarlığının kurguda çözümler bulabilme, bir geometri sorusunda gözden kaçırdığımız çizgileri görebilme kabiliyeti kazandırdığını söyleyebilirim.

Bir üçgen sorusunda bir köşeden çizdiğiniz varsayımsal çizgi yeni bir geometrik şekil oluşturup soruyu başka bir yolla çözmenize olanak yaratıyorsa, dizi yazarlığı da kurmacayı kura-boza farklı şekillerde bakmanızı sağlayabiliyor.

Dramaturgi bilgisi elbette önemli burada çünkü dramanın ve dramatik yazmanın kodlarını bildiğinizde “klasik dramatik yapıyı” da istediğiniz şekilde dönüşüme uğratabiliyorsunuz. Bu nedenle dizi yazarlığının “yazma”nın kendisine pratik kazandırdığını ve hikâyenin biçimine katkıda bulunduğunu düşünüyorum. Tabii ki kurmaca bir oyun hamuru ve onu şekilden şekle soktuğunuzda, elinizde çok fazla kalarak hamur olma niteliğini de yavaş yavaş yitirebilir. Bu nedenle onu elde fazla tutmamak, hemen şekil verdiğiniz hamuru iskelete yapıştırıp, iskeletinin üzerinde oynamak gerekiyor galiba.