Hidayet Şefkatli Tuksal: Dindar kötülük yapmaz anlayışı berhava oldu

'İmam hatipler mükemmel eğitim kurumları olsalar bile bu okullara gitmenin mecburi olmaması gerektiği' çıkışıyla dikkat çeken Hidayet Şefkatli Tuksal, Duvar'a konuştu. Tuksal, darbe girişimi sonrası, 'Dindar insan hata yapabilir ama kasıtlı olarak kötülük yapmaz hele de kendi din kardeşine!' anlayışının berhava olduğunu söylüyor.

Google Haberlere Abone ol

Özlem Akarsu Çelik  [email protected]

ANKARA - İlahiyatçı, yazar, akademisyen Hidayet Şefkatli Tuksal hem kadın hareketinin hem de hak mücadelesi veren kesimlerin yakından tanıdığı bir isim. 'Kadın Aleyhtarı Rivayetler Üzerinde Ataerkil Geleneğin Tesirleri' konulu doktora tezini, 'Kadın Karşıtı Söylemin İslam Geleneğindeki İzdüşümleri' ismiyle kitaplaştıran, kadın hakları konusundaki duruşu sebebiyle kendisine 'İslamcı feminist' yakıştırması yapılan, Artuklu Üniversitesi Antropoloji Bölümü öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Tuksal, geçtiğimiz günlerde serbestiyet.com'daki köşesinde şöyle yazdı:

"İnsanları istemedikleri halde çocuklarını bu okullara göndermeye mecbur bırakmak, velev ki imam hatipler mükemmel eğitim kurumları olsunlar, hiç hoş ve demokratik bir tutum değil. Geçmişte talebe rağmen bu okullara yapılan engellemeler nasıl bir zulümdüyse bugün maruz kalınan bu mecburiyet de bir zulümdür."

İşte Hidayet Şefkatli Tuksal'ın Duvar'ın sorularına verdiği yanıtlar:

Okul öncesi yaş grubuna 'değerler eğitimi' adı altında dini eğitim verilmesini, din derslerinin ilkokul birinci sınıftan itibaren seçmeli olmasını, devlet okullarının giderek artan biçimde imam hatip okuluna dönüştürülmesini siz de eleştiriyorsunuz...

Sizin sorunuzda da ortaya çıktığı üzere “dinin ana akımlaştırılması” diyebileceğimiz bir durum söz konusu. Buna niye ihtiyaç duyuluyor diye baktığımızda Cumhuriyet'le birlikte bir dayatma olarak zorla uygulanan batılılaşma projesinin yarattığı travmanın tedavisinin ve ortaya çıkan zararların telafisinin, dine yeniden dönme yoluyla yapılabileceği düşüncesi ile karşılaşıyoruz. Batı medeniyetinin yaşamımızın bütün alanlarını bir şekilde istila ettiğini ve bu istila altında kendi otantik kimliğimizi kaybettiğimizi düşünen insanlar, bu otantik kimlikle bağ kurmanın yolunun dinden geçtiğini düşünüyorlar ve dini eğitimin bunu sağlayabileceğini düşünüyorlar. Yani sorun öncelikle bir kimlik sorunu bence. Yine bu bağlamda, kaybedilmiş veya büyük ölçüde uzaklaşılmış bu 'otantik kimlik'in yeniden ihyası ve inşası için Osmanlı geçmişimizle müspet bir bağ kurulmaya çalışılıyor.

HAFIZA KAYBI ÖNEMLİ BİR SORUN

Yazının ve dilin değiştirilmiş olması önemli bir handikap. Bırakın halkı, entelektüeller, akademisyenler bile 80 sene önceki yazılı kültürü anlayamıyorsa burada aslında gerçekten ciddi bir sorun var demektir. Hafızasını kaybetmiş bir toplum olmak sağlıklı bir şey değil. İşte yapılanların bir kısmı da bu hafıza kaybını telafi etmeye yönelik işler.

Arapça ve Osmanlıca’nın eğitim sistemine girmesiyle, bu hafıza kaybının bir ölçüde ortadan kalkacağı, yeni kuşakların eski metinlere ulaşmasının kolaylaşacağı düşünülüyor. Ben de bu hafıza kaybını önemli bir sorun olarak görenlerdenim. Ancak bu konuda yapılanların ne kadar doğru yapıldığı konusu bir soru işareti içeriyor. Bunun kültürel bir problemin çözümü olarak kurgulanması yerine bir dinselleştirme olarak kurgulanması ya da öyle anlaşılması problem doğuruyor.

KURAN EĞİTİMİ SORUNLU

Küçük yaşlardan itibaren, dinsel bilgilerin “ders” niteliğinde verilmesi, hatta imam hatipler düşünüldüğünde sınava girme, not alma gibi zorunluluklar eşliğinde yapılıyor olması, pedagojik açıdan değerlendirildiğinde istenen sonuçları ne kadar sağlıyor, bu da bence tartışmalı. Kur’an dersi öğretmenlerinin olumsuz tutumları yüzünden bu dersten nefret eden çok öğrenci gördüm ben. Hatta geleneksel yöntemlerle ve bu yöntemlerin olmazsa olmazı olan eğitimde şiddet kullanımı yüzünden hafızlık eğitimini bir şekilde tamamlayıp Kur’an hafızı olmuş ancak Kur’an’dan da dinden de nefret eden insanlar var ve sayıları az değil. Bu sonuçlar bile, dini eğitim ya da eğitimin dinselleştirilmesi konusunun taraftarı olanlar açısından çok ciddi olarak düşünülmesini gerektiriyor.

Bir de insanların rızası meselesi var. Dünyanın en iyi eğitimini en pedagojik yöntemlerle bile veriyor olsanız, çocukların anne babalarına söz hakkı tanımıyor, onların rızalarını önemsemiyorsanız, mağduriyet yaratıyorsunuz demektir ki şu anda okulların imam hatipleştirilmesiyle yapılan tam da bu maalesef.

RÖVANŞTAN KAÇINMAK LAZIM

Benim gibi hem hafıza kaybının telafisini, hem otantik kimlik inşasını, hem de değerlerle barışık olmayı ya da en azından ortak değerlerden haberdar olmayı önemseyen insanlar, bizim gibi düşünmeyen insanların da mağduriyetine sebep olmadan ne tür bir eğitim sisteminden hoşnut olabilirler, yani bir orta yolu nasıl bulabiliriz derseniz cevabım şu:

Birinci önerim, bu konuda imam hatipleri devreden çıkartmak olurdu. İmam hatipler geçmişte bir ideolojik çatışmanın ortasında kaldılar, zulme uğradılar, şimdi çok şükür itibarları iade edildi, zulüm ortadan kalktı ama burada durmak lazım. Bir rövanş alırcasına davranmaktan, böyle bir izlenim yaratmaktan olabildiğince kaçınmak lazım.

FARKLI OKUL MODELLERİ

İkincisi, hafıza kaybının telafisi ve medeniyet inşası problemlerimiz tek bir okul sistemi ya da sadece eğitim sistemi üzerinden çözülebilecek problemler değil. Önce bu konuda sağlam ve insanların büyük çoğunluğunu ikna edecek politikaların geliştirilmesi gerekiyor. Bu politikaların eğitim meselemize nasıl uyarlanacağı meselesi de canlı ve çok katılımlı tartışmaları gerektiriyor. Yani bunun hazır bir formülü yok. Kendimize göre modeller geliştirmemiz ve bunu uygun bir çeşitlilikte sunmamız gerekiyor. İnsanlara da seçme hakkı tanımamız gerekiyor. Kısaca toparlarsak, insan haklarına saygılı olmayı esas alan demokratik bir sistemi destekleyecek ancak kendi medeniyet projemizi inşa etmeye de olanak sağlayacak farklı okul modelleri, farklı müfredatlar ve farklı yöntemler arayışına açık olmamız ve bunu katılımcı bir şekilde icra etmemiz gerekiyor diye düşünüyorum.

TBMM Başkanı İsmail Kahraman, 'Anayasadan laiklik çıkartılmalı' dedi, bir kadın belediye otobüsünde şort giydiği için bir erkek tarafından saldırıya uğradı. Toplumun önemli bir kesimi 'seküler yaşam tarzı tehdit altında' endişesi taşıyor. Bunun yanında 15 Temmuz darbe girişiminin ardından siyasi iktidarın yaptığı laiklik vurgusunu veya iktidara yakın dindarların "laikliğin kıymetini şimdi anladık" sözünü de duyduk. Bu açıklamalar ne kadar samimiydi?

TBMM Başkanı'nın anayasadan laikliğin çıkartılmasına dair görüşü daha üst düzeylerden bir destek görmemiş ve kişisel yorum olarak değerlendirilmişti, unutmayalım. Şortlu kadına tekme olayı da bireysel ve kınanan bir şiddet eylemi olarak tepki gördü. Dolayısıyla bu tip münferit olaylar üzerinden bakıldığında Türkiye’de seküler yaşamın bugün düne göre daha fazla tehdit altında olduğunu düşünmüyorum. Ama pek çok okulun imam hatibe dönüştürülmesini daha ciddi bir sorun olarak görüyorum. Yine de “Biz laikliğin kıymetini şimdi anladık” sözünün, yabana atılmaması gerektiğini düşünüyorum.

15 Temmuz darbe girişimi AK Parti camiasında, 17-25 Aralık sürecine rağmen etkisini bütünüyle yitirmemiş bir güven duygusunu yerle bir etti. 'Dindar insan hata yapabilir ama kasıtlı olarak kötülük yapmaz hele de kendi din kardeşine!' şeklinde formüle edebileceğimiz bir anlayış 15 Temmuz’da berhava oldu. Bununla birlikte, dindar insanların dünyasındaki 'değer skalası' da berhava oldu. Böyle olunca, değer skalasını dine göre belirlemediği varsayılan laiklik tekrar bir can simidi haline geldi.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın herhangi bir cemaate kendisini daha yakın hissedip hissetmediğini sorduğum danışmanları "asla!"cevabını vermişti çok uzun zaman önce. Cemaatlerle bu kadar iletişim halinde olup nasıl uzak kalınabiliyor? Hele bir "cemaatler koalisyonu" olan AK Parti'de bu nasıl mümkün?

AK Parti’nin bir cemaatler koalisyonu olması bence yadırganacak bir şey değil ancak cemaatlerin yeterince şeffaf olmaması ve tabi ki AK Parti'nin cemaatlerle ilişkilerinin şeffaf olmaması sorun. Bir cemaate ne istedilerse veriliyorsa ve bunlar kamuoyunun bilgisinden gizli yapılıyorsa işte bunda sorun var demektir.

İspatlamak kolay değil ama cemaatlere bürokraside belirli kadroların tahsis edildiği, cemaatlerin vakıf ve derneklerine çeşitli ihsanlarda bulunulduğu (tarihi binaların mekân olarak tahsisinden, projelerinin fonlanmasına kadar) ve bunların herkesin tabi olduğu prosedürler üzerinden değil tamamen kayırma yöntemiyle yapıldığını duyuyoruz. Cumhurbaşkanı kişisel olarak kendisini bir cemaate yakın hissetmiyor olabilir ancak bu, cemaatlerin hükümetle yakınlaşmadığı anlamına gelmiyor.

'GÜLEN CEMAATİNE BENZERSENİZ..'

Darbe girişiminin ardından Yalçın Akdoğan'ın yaptığı "Diğer cemaatler müsterih olsunlar" açıklaması ne anlama geliyordu?

Büyük ihtimalle Gülen cemaatine karşı girişecekleri çok yönlü operasyonun şiddetinden ürkmemeleri için bir uyarıydı ama çift yönlü bir uyarı olarak da okundu. Yani bizimle aynı safta olduğunuz müddetçe sorun yok ama Gülen cemaatine benzerseniz sizin sonunuz da onun sonuna benzer gibi bir uyarı.

Darbe girişiminin ardından ilan edilen OHAL... Bu süreçte yaşanan mağduriyetler ve daha pek çok sorun ortadayken Türkiye yeniden başkanlık sistemini tartışıyor. Bu tartışmanın zamanlaması hakkında ne düşünmeliyiz?

15 Temmuz’da yaşananlar üzerinden oluşturulan tehlike ve tehdit algısı ki, bunun temelsiz bir algı olduğunu düşünmüyorum, OHAL uygulamalarındaki problemlerin sineye çekilmesine sebep oluyor. Bunda bu dönemin geçici olduğu, tekrar olağan bir hukuk düzenine geçileceği ve problemlere bir çözüm bulunacağı inancının da rol oynadığını düşünüyorum. Bu ortamda başkanlık seçimine hazırlanılmasını tuhaf karşılamıyorum çünkü AK Parti’nin 14 yıllık icraat dönemi boyunca hep adrenali yüksek dönemler yaşadık ve birçok değişiklik de böyle zamanlarda yapıldı.

AK Parti yönetimi, başkanlık sistemi varmış gibi icra edilen fiili durumun bir şekilde kabullenilmiş olduğunu düşünüyor ki, bu girişime start veriyor. 15 Temmuz sürecinde ayakta kalanın Erdoğan olması, yeminli Erdoğan muhalifleri ne derse desin, Erdoğan’ın liderliğini bir şekilde pekiştirdi. Ama bu lider, ayakta kalmayı başarmış olsa da, ölümüne kast edilmiş bir darbe girişimine maruz kaldığı için, halk nazarındaki mağdur ve mazlum imajını koruyor, sürdürüyor. Bu yüzden 15 Temmuz rüzgârı hâlâ esinti halindeyken başkanlık startının verilmiş olmasını, Erdoğan’ın siyasi kariyeri açısından uygun bir zamanlama olarak değerlendiriyorum.