'Biz ne ara böyle olduk' ya da 'biz hep böyle değil miydik?'

Hatun Tuğluk’un cenazesinin mezardan çıkarılmasına “dehşet” veren bir hadise ve faillerine için de “barbar-insanlıktan çıkmış” bir topluluk olarak değerlendirirsek, olanı “istisna” haline getirirken fail/leri azaltıp “kriminalize” eder ve sorumluluğu tanımadığımız ve muhtemelen hiç tanımayacağımız “kontrolden çıkmış, barbar vahşi” bir grup ya da topluluğa yüklemiş oluruz.

Google Haberlere Abone ol

Tuncay Şur

Şaşkınlık yaratan veya “kabul edilemeyecek” birçok olay/ olgu karşısında “medenilik” ve “gayrı medenilik” dikotomisinin bir ürünü olan “dehşet, vahşet, barbarlık, insan dışılık” gibi kavramlara başvurup gündelik hayatımızda bir tür sağaltma sağlamaya çalışırız. Anılan kavramlarla algılamak, düşünmek, konuşmak ya da yazmak mevcut olay ya da olguyu bir “istisna” alanına sevk eder bu sevk ile sorumluluk minimize edilir, “medeni” hayat olağan akışında devam eder. “Medeni” bir varlık olan insan ve “modern” bir organizasyon olan “devlet” artık sorumluluk sahibi değildir, sorumlu olsa olsa “sapkın” bir grup ya da “kriminal” bir topluluktur. Medeni ve hayrı medenilik üzerinden inşa edilen bu işleyişe tersinden bakarsak; bu vahşet ya da dehşet denilen şey/ler ancak modern insan ve modern devlet tarafından yapılır. Aksi halde siyasaldan, tarihselden ve ideolojiden arındırılmış “medeni” ve “gayrı medeni” kategorilerilerinin bir muhatabı yoktur.

Aysel Tuğluk’un annesi Hatun Tuğluk’un cenazesinin mezardan çıkarılmasına “dehşet” veren bir hadise ve faillerine için de “barbar-insanlıktan çıkmış” bir topluluk olarak değerlendirirsek -ki dün geceden beri sosyal medya mecralarında yayın olarak bu yönlü değerlendirmeler yapıldı/yapılıyor- olan şeyi yukarıda tanımlanan dikotominin içine kolaylıkla yerleştiririz ve sorun çözülür. Nitekim devlet ve resmi kurumlar dâhil, hemen tüm çevreler de bunu yapıyor. Çünkü bu yöntem, olanı “istisna” haline getirirken fail/leri azaltıp “kriminalize” eder ve sorumluluğu tanımadığımız ve muhtemelen hiç tanımayacağımız “kontrolden çıkmış, barbar vahşi” bir grup ya da topluluğa yükler. Zikredilen durumla ilgili benzer biçimde ve yine “medenilik” ve “gayrı medenilik” karşıtlığının bir ürünü olarak, dün geceden beri yaygın tepki verme biçimlerinden biri de “biz ne ara böyle olduk” ve benzeri minvaldeki protesto biçimleridir. “Biz ne ara böyle olduk” serzenişi, “bizim” yani homojen ve kaynaşmış bir kitle olan “bizim”, “medeni” hayatımız içinde bu tür “dehşetengiz” olaylara nasıl tevessül ettiğimizle ilgilidir. Paradoksal bir biçimde normal şartlarda dışarıda bırakılan “sapkın ya da gözü dönmüş” olanlar, bu ve buna benzer hadiseler söz konusu olduğunda farkında olmadan “bizim” içimizdenlermiş gibi değerlendirilirler. Ki öyledirler ve şaşılacak bir durum yoktur aslında ve “biz ne ara böyle olduk” protesto sorusunun yanıtı belki de “biz hep böyleydik” ve fakat olan biteni “bizim” dışımızdan olan biri ay da birileri ile özdeşleştirince yaşamımıza daha rahat devam edebiliyorduk/edebiliyoruz.

“Biz hep böyleydik” yanıtını vermek aslında o kadar da güç değil veya bu yanıtın altını doldurmak için, ne Antikite’ye ne Solon’a ne de meşhur Antigone’ye kadar gitmemize gerek yok. Örnek bulmakta zorluk çekiyoruz diye erken cumhuriyet dönemine ve hatta doksanlara bile gitmemiz yersiz. 2015-2016 aralığına bakalım. Aziz Güler, “gayrı medeni” bir topluluk olan “vahşi” IŞİD’a karşı savaşta öldü ve cenazesi Türkiye sınırında 59 gün bekletildi. Annesi, “izin verin bari bayramda ziyaret edeyim” demişti. Cenazesi yedi gün sokakta kalan Taybet İnan’ın oğlu “Annem tam tanıma yedi gün sokakta kaldı… Hiçbirimiz uyuyamadık, köpekler gelir, kuşlar konar diye. Bir insan bir insana ne kadar acı çektirebilirse, devlet yedi günde bize bunu yaptı,” dedi.

Taybet İnan’ın ölü bedeninin kaldırılmasına izin vermeyenler, Hektor’un “leşini” köpeklere yedirmek isteyen Akhilleus’la aynı şeyi düşündüler ve o zaman henüz “medeni” dünya yoktu. Taybet İnan’nın cenazesi öldürülmesinden 23 gün sonra toprağa verildi ve ne 11 çocuğu ne de ailesinden kimsenin cenazeye katılmasına izin verilmedi. 10 yaşındaki Cemile Çağırga’nın annesi, kızını gömemediği için cesedini üç gün derin dondurucuda saklamak zorunda kaldı. Kevser Ertürk/ Ekin Van sokak ortasında öldürüldükten sonra çıplak bedeninin fotoğrafları sosyal medya mecralarında teşhir edildi. Hacı Lokman Birlik’in cesedi zırhlı bir aracın arkasına bağlanıp diri kalanları “terbiye etmek” için sokaklarda gezdirildi, videosu sosyal medya mecralarında paylaşıldı.

"Cenazesi mezarından çıkarılmasın" diye çocuğunun mezarına beton döken anneden, "çocuklarının mezarlıkları bombalanmasın" diye mezarlıkta nöbet tutan annelerden ve ellerine bir poşet dolusu kemik “bu sizin çocuğunuz” diye verildiğinde “en azından bir mezarı olacak” diye buruk bir tatmin yaşayan annelerin hepsi ve tüm bunları yapanlar aynı toplumda yaşıyor. Geriye insanlıktan çıkarılmış diriler ve “leş” kategorisinde tanımlanan cenazeler topografyası kalıyor. Tüm bu örnekler, şiddetin yasal kullanıcısı devlet ve onun aparatları vasıtasıyla gelişen örnekler; fakat tersinden yani, yasal olarak öldürme hakkı olmayan aşağıdan gelen “sıradan insanların faili olduğu” örnekler de az değil. İzmir’de Recep Karakaş’ın cenazesi mezardan çıkarılıp başka bir yere defnedilmek zorunda kalındı, gazeteler olayı “İzmir’de tepki dinmiyor” başlığıyla verdi. Giresun’da cesedi çıkarılıp parçalanmasın diye Şafak Yayla’nın mezarına beton döküldü. Bir gün önce, IŞİD’e karşı savaşırken ölen Sit Küçükkaya’nın mezarı “kimliği belirsiz” kişiler tarafından tahrip edildi. Bunlar ve benzer daha nice örnekte ise tertibatlar, resmi gözetim ve teşvikle “sıradan” insanlar tarafından yapıldı/yapılıyor.

Bu dönemde, ölüm artık bir son, “bir kurtuluş” olmaktan çıkmıştır, işkence ya da zulüm sadece diri bedene yapılmaz, ölü bedene de uygulanır ve ölümü bir son olmaktan çıkarır. Kürtlerin ve diğer ötekilerin ölü bedenlerine uygulanan, ölü bedeni kaybetme (mezarsız bırakma), ölü bedene el koyma, işkence etme, ölü bedenin cenaze ve yas ritüellerini engelleme ve nihayet mezarları yıkma (bombalama ya da tahrip) ve ölü bedeni mezardan çıkarma Türkiye ve Kürdistan’da neredeyse vaka-ı adiyeden sayılır hale gelmiştir. Naaş (ölümsüzlüğe gönderme yapar) ile “leş” (kokmuş ceset, ölü sayılmaz) arasındaki hiyerarşiyi belirleyen ve neyin “leş”, neyin “naaş” olduğunu tayin eden ve ona göre muamele yapan (hem pratikte hem de yasal olarak) tam da “modern” insan ve iktidardır.

Ölümün herkesi paralel kesen ve mutlak bir sona işaret etmesini engelleyen aslında yaşamın kendisidir. Nâzım’ın dizelerindeki “Bir eski Acem şairi: ölüm adildir” ifadesine aynı şiir içinde “Biliyorum/ölümün adil olması için yaşamın adil olması lazım diyorsunuz” diye yine kendisinin karşı çıkması nasıl öldüğümüz ve ölümüze yapılacak muamelenin aslında yaşamımızla ilgili olduğunu gösteriyor. Başka bir ifade ile eğer ölüler üzerinden geride kalanlar, diriler cezalandırılıyorsa yaşama sahip çıkmak ölüye sahip çıkmakla başlar. Fakat ölümün anonimleştiği Kürdistan coğrafyasında, adını bilmediğimiz, bir mezarı olmayan, yası tutulamayan ve dolayısıyla da “yaşamış sayılmayan” hikâyeleri olmadığı için “yas hiyerarşisi” içinde yer alamayan anonim olan ölüleri, ölümleri müphem istatistiki verilerde sürekli değişen rakamlar olanlarla ve hatta bir cenazesi olmadığı için ölüp ölmediği belli olmayanları ve “sivil-sivil olmayan” karşıtlığına girmeden tüm ölülere sahip çıkmakla başlar.