Adalet Yürüyüşü: 1+1+1+1+1...=1

Adalet Yürüyüşü, “adalet” arayışı kavramının çerçevesinin açıkça çizildiği, Cizre bodrumlarında yakılanlardan, haksız yere işten atılanlara kadar hakkı yenen herkesin konusu olduğu bir hareket olsaydı her şey farklı olurdu kuşkusuz. Ama bu CHP’nin muhtemelen asla girişmeyeceği, ülkeye dair köklü bir meşruiyet sorgulamasını beraberinde getirirdi. Onun yerine, içeriği Kılıçdaroğlu’nun o gün seslenmek istediği kitleye göre değişen, içine bir gün Nuriye ve Semih’in, bir gün Muhsin Yazıcıoğlu’nun girdiği; kasten muğlak tutulan bir “adalet” teranesiyle karşı karşıyayız.

Google Haberlere Abone ol

Dağhan Irak 

CHP’nin 15 Haziran-9 Temmuz tarihleri arasında gerçekleştirdiği Adalet Yürüyüşü solun çok farklı kesimlerinden ve sol dışı muhalif kesimlerden geniş destek buldu. Kurumdan tabana, Türkiye siyasetindeki “bir olma” tutkusu malûmdur; çoğulculuk genelde göze batar ve sevilmez. Siyasi örgütler içinde farklı sesler bilhassa rahatsız edicidir. “Parti içi demokrasi” yoktur, “çatlak sesler” vardır. “Parti içi müzakere” yoktur, “parti disiplinine uymama” vardır. Bu nedenle farklı yapılar, ortak stratejilerle bir araya gelmekte de zorlanırlar. Hele solda, koalisyonlar kuruldukları hızla bölünürler, arkalarında ağdalı laf sokma metinleri bırakmayı ihmal etmeksizin.

Bu siyasi arka plan dahilinde, birbirinden farklı yapıların “adalet” gibi bir taleple bir araya gelmesinde yarar olduğu düşünülebilir. Zaten öyle de düşünüldü. Ama orada bir duralım.

Adalet Yürüyüşü’ne dair destekleyici yorumlarda, bu parçalı kitle desteğinin altı hep demokratik bir unsur olarak çizilegeldi. Oysa, bir hareketin çoğulculuğu içindeki grupların çokluğundan ziyade o grupların hareketin ortak siyasetinin belirlenmesinde ne kadar etkisi olduğuyla ölçülür. Tüm söyleminin CHP liderliği (partinin tamamı tarafından da değil) tarafından belirlendiği, Kılıçdaroğlu’nun konuşmalarından katılımcı/destekçi diğer grupların taleplerinin değil, CHP’nin 2019 seçim stratejilerinin merkeze konulduğu anlaşılan Adalet Yürüyüşü, bu bakımdan çoğulculuğun 180 derece zıttına düşüyor. Farklı gruplar, bu yürüyüşte Kılıçdaroğlu’nun konuğu oldular; kalabalık yaratmak dışında siyaseten başka bir fonksiyonları olmadı. Bu bağlamda Adalet Yürüyüşü çoğulculuk anlamında, akıl almaz bir şekilde kıyaslandığı Gezi’yi geçtim, 2007’deki askeri nizam Cumhuriyet Yürüyüşlerinin bile gerisinde.

Adalet Yürüyüşü’nün kanımca kıyaslanabileceği tek etkinlik, CHP’nin 2016’daki Yenikapı mitingi öncesi düzenlediği Taksim mitingi. Tıpkı Adalet Yürüyüşü gibi, o miting de AKP’nin “lutfettiği” göreceli özgürlüğe sırtını dayayarak yapıldı. Tıpkı Adalet Yürüyüşü gibi, o mitingde de Haziran, EMEP, Halkevleri gibi örgütler, söyleme zerre etki yapamayacaklarını bile bile kalabalık etmek üzere hazır bulundular. Ve tıpkı Adalet Yürüyüşü gibi, o mitingin de CHP’nin kendi siyasi stratejisi dışında bir şeye faydası olmadı (iki mitingdeki konuşmaların bile benzerliği dikkat çekicidir). Ve o mitinge katılımın öz eleştirisi, Türkiye solunda âdet olageldiği üzere yapılmadı. Çünkü Türkiye solunun liderlikleri her koşulda haklıdır!

Diğer taraftan Adalet Yürüyüşü’nün Taksim mitinginden iki hayati farkı var. Birincisi, Taksim mitingi yalnızca Yenikapı mitinginin bir uvertürüydü, siyasi etkisi sınırlı kaldı. Adalet Yürüyüşü ise, referandum sonrası yükselen seçimin gayrimeşru olduğu yönündeki kitlesel tepkiyi söndürdü, tüm Hayır cephesinin CHP’nin belirlediği strateji doğrultusunda 2019’da kurulacak iki partili devlet düzenine rızasını devşirdi. Dinçer Demirkent, CHP’nin bu düzende yerini alamayacağını yazmış, bence bu tamamen devletin tek ve kesin sahibi olan AKP’nin kendisine göreceli uluslararası meşruiyet sağlayan çok partili sistem mizansenine ne kadar ihtiyaç duyacağına bağlı. İhtiyaç kalmadığında CHP de kolaylıkla tasfiye edilecektir.

İkinci büyük fark ise Taksim mitinginden büyük bir isabetle uzak duran HDP’nin, içinde bulunduğu çaresizlik nedeniyle (bunu suçlamak için söylemiyorum, hangi siyasi hareket böylesi ağır bir saldırı altında olsa aynı çaresizliğe saplanırdı), Adalet Yürüyüşü’ne destek vermek zorunda kalması oldu.

Bu iki farkı tek fikirde sentezleyerek, varmak istediğim yere varayım. Kanımca, Adalet Yürüyüşü’ne katılan CHP dışındaki tüm siyasi yapılar, siyasi varlıklarının artık bütünüyle anlamsız olduğunu açık etmiş oldular, HDP de dahil olmak üzere. Görkem Doğan, bu duruma Gazete Duvar’daki yazısında “otolikidasyon” demiş; doğrudur. Herkesin pankartının AKM’ye asıldığı Gezi’den, herkesin aynı tişörtü giyip aynı bayrağı salladığı Adalet Yürüyüşü’ne nasıl geldiğimizi tüm katılımcıların hiç değilse kendi kendilerine bir anlatması gerek. Eğer neredeyse var olan tüm muhalif siyasi hareketler, kendi kurumsal temsiliyetlerini CHP liderliğinin keyfi ve fırsatçı stratejilerine hasrediyorsa, artık Türkiye’de iki partili bir rejim olduğunu ve kalanların tükenişlerinin başladığını da kabul etmek gerekir.

Bu noktada HDP için özel bir parantez açmak isterim. HDP’nin iki rejimli Türkiye’nin ilân edildiği bir eyleme destek vermesi içine düşürüldüğü siyasi tutsaklık nedeniyle anlaşılabilir, ancak iki rejimli Türkiye’ye gidişatın dokunulmazlık oylamasındaki AKP-CHP koalisyonuyla başladığı düşünülürse siyasi tarihimizin en acıklı hareketlerinden biri olduğu gerçeğini değiştirmez. Adalet Yürüyüşü, HDP’nin yok edilmesinin ön şart olduğu bir siyasi projenin son ara duraklarından biriydi. HDP’nin kendisini yok etmeye koşullanmış bir sürecin bir parçasından çare beklemek zorunda kalması, belki de artık HDP projesinin sonuna gelindiğinin işareti. HDP, bir Türkiyelileşme projesiydi, oysa artık -lileşilebilecek o Türkiye yok ortada. Hiç kuşkusuz, HDP’nin içinden çıktığı Kürt siyasi hareketi HDP ile başlamadı, onunla da bitmez, böyle de düşünmemek gerekir. Su, hiç şüphesiz çatlağını bulur, ama bunun şu koşullarda HDP ile olması artık mümkün görünmüyor.

Adalet Yürüyüşü, CHP’nin iki partili yeni Türkiye rejimine angajmanının ilânı oldu. Kemal Kılıçdaroğlu, 22 Nisan 2017’de referandumun, dolayısıyla rejimin meşruiyeti sokaklarda sorgulanırken “Biz devleti yönetmeye talibiz, sokaklarda işimiz olmaz” demişti. Bu cümlenin 9 Temmuz 2017’de “Adalet arayışının tek yeri vardır, o da sokaktır”a evrilmesi, CHP’nin dört ayda aklının başına gelmesiyle değil, sokağın kontrolünü devletin meşruiyetini sorgulamasını engelleyecek şekilde sağlamanın bir yolunu bulmuş olmasıyla açıklanabilir. Üstelik Nisan referandumu sonrası sokağa inen hemen hemen tüm siyasi örgütlerin rızasını da elde ederek. Yoksa CHP’nin hedefi o gün de 2019’du, Adalet Yürüyüşü’nde de. Ki sonrasında da hedefin bu olduğunu Kılıçdaroğlu’nun “adayımız şöyle olacak, böyle olacak” açıklamalarında gördük. Referandumla beraber hukuk devletinin meşruiyetini tamamen yitirdiğini reddedip, 2019’daki seçimin hâlâ adil koşullarda olabileceğine inanmanın gaflet olup olmadığını ise bize zaman -muhtemelen çok geç olduktan sonra- gösterecek.

Adalet Yürüyüşü, “adalet” arayışı kavramının çerçevesinin açıkça çizildiği, Cizre bodrumlarında yakılanlardan, haksız yere işten atılanlara kadar hakkı yenen herkesin konusu olduğu bir hareket olsaydı her şey farklı olurdu kuşkusuz. Ama bu CHP’nin muhtemelen asla girişmeyeceği, ülkeye dair köklü bir meşruiyet sorgulamasını beraberinde getirirdi. Onun yerine, içeriği Kılıçdaroğlu’nun o gün seslenmek istediği kitleye göre değişen, içine bir gün Nuriye ve Semih’in, bir gün Muhsin Yazıcıoğlu’nun girdiği; kasten muğlak tutulan bir “adalet” teranesiyle karşı karşıyayız. Oysa ihtiyacımız olan gününe göre dağıtılan nazar boncukları değil, başımıza gelenin nazarla bir alakasının olmadığının ikrar edilmesi. Bunun ucu, Türkiye modernitesinin yüz yıllık tarihinin en başından bugüne kadar uzanıyor.