17 Temmuz, Uluslararası Ceza Adaleti Günü

Uluslararası Ceza Adaleti Günü’nü anarken, yerelden uluslararasına bir bakış ve zihniyet kaymasının baş göstermesi önemli bir risk oluşturur. Yerelde baş edilemeyen veya umursanmayan bir adaletsizliğin uluslararası yetkili mercilerin önüne getirilerek halledilmeye çalışılması, İkinci Dünya Savaşı sonrasında olgunlaşmaya başlayan insan hakları hukukunun paradigması olmakla birlikte, yereli gözden kaçırmak ya da hafifsemek, o ‘uluslararası adalet’ vurgusunu da törpüler, aşındırır.

Google Haberlere Abone ol

Turgut Tarhanlı*

Bu tarihin “Uluslararası Ceza Adaleti Günü” (Day of International Criminal Justice) olarak kutlanmasının bir nedeni, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin kuruluşunu ve işleyişini düzenleyen antlaşmanın (Statü) devletlerce, 17 Temmuz 1998 tarihinde kabul edilmesiyle ilgilidir. Ama belki bundan da daha önemli bir neden, aslında bir “ceza adaleti” düşüncesinin tüm dünyada hatırlanması ve takibidir.

20’nci yüzyılda, uluslararası düzeyde, bu uğurda birçok yapı kuruldu ve ağır suçların faillerinin hesap vermesine yönelik çabalar ortaya konuldu. İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminde faaliyete geçen, Nazi büyük savaş suçlularının yargılandığı Nürnberg’deki ve ayrıca Tokyo’daki uluslararası mahkemeler, ilk olmasa da, bugüne uzanan sonuçları da dikkat uyandıran öncü örneklerdi.

Ama Soğuk Savaş’ın sona ermesinden (1990) sonra baş gösteren, büyük ölçüde kimlik odaklı savaşlardan sonra kurulan adalet mekanizmalarını da bu bağlamda öncelikle anmak gerekir: Eski Yugoslavya’da 1992-1995 arasında süren etnik savaş ve soykırım ve Ruanda’da, 1994 yılında meydana gelen etnik temelli soykırım sonucunda Birleşmiş Milletler tarafından kurulan iki ayrı Uluslararası Ceza Mahkemesi.

Bu her iki Mahkeme de, verdikleri kararlarla insan haklarının özellikle silahlı çatışma hallerinde korunmasıyla ilgili önemli hukuki katkılarda bulundular. Bunlar arasında, kadınların, bir silahlı çatışma ortamında, cinsel saldırıya maruz kalmalarıyla ilgili olarak kabul edilen yeni ‘ihlâl’ çerçevesi başlı başına kayda değer bir hukuki gelişmedir.

Ama yargısal bir model içinde çalışmayan onlarca yapı da, farklı ülkelerde, gene bu dönemde kuruldu ve o toplumların yeniden inşa sürecinde, hukuki olduğu kadar siyasi bir role de sahip oldu.

Gerek bu Adalet Günü’ne adının verilmesinde etki yaratan Uluslararası Ceza Mahkemesi gerek Eski Yugoslavya ve Ruanda Mahkemeleri belli kategori suçların yargılanmasında yetkili kılındılar. Bunlar, ‘uluslararası suçlar’ şeklinde de anılan, soykırım suçu, insanlığa karşı suçlar ve genel olarak savaş suçları olarak açıklanabilir. Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin yetkisi dahilinde, ayrıca ‘saldırı’ fiili (aggression) de yer alır.

Aslında bu şema, bir şekilde İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda kurulan uluslararası mahkemelerde de mevcuttu ama tamamen değil. Örneğin soykırım suçu böyle açıkça o mahkemelerin yetkisine dahil bir suç olarak tanımlanmamıştı. Ama insanlığa karşı suçlar, savaş suçları ve barışa karşı suçlar (saldırı fiili burada anılabilir) yargılama yetkisine dahildi. Bu nedenle, İkinci Dünya Savaşı’nın en ağır karakteristiklerinin başında yer alan Holokost ya da Nihai Çözüm (Endlösung) olarak adlandırılan politika ve uygulama; diğer bir deyişle, Yahudiliğin tasfiyesi ya da Yahudi Soykırımı, aslında doğrudan doğruya Nürnberg yargılamalarına konu olmuş değildi. Bu durum, daha sonra, 1960’ların başlarında, bu Nazi tertibinin mimarlarından Adolf Eichmann’ın saklandığı Arjantin’den İsrail’e kaçırılması ve yargılanarak idama mahkûm edilmesi vakasında da hukuki tartışmalara konu olmuş bir olguydu. Kısaca, Eichmann, Yahudiliğe karşı bir suç işlemekten mi yargılanacaktı, yoksa insanlığa karşı bir suç işlemekten mi? Bu duruşmaları izleyen Hannah Arendt, Kötülüğün Sıradanlığı: Adolf Eichmann Kudüs’te adlı ünlü kitabında, bunun ayrıntılarına girer.

Burada çizdiğim tablo, hep bir çatışma ve özellikle silahlı çatışma halini ortaya koyuyor ve Uluslararası Ceza Adaleti Günü’nün adeta sadece bu kategori bir ortam ve olaylar zinciri içinde algılanmasına yol açıyor olabilir. Bunda, bir bakıma, doğruluk payı elbette var. Uluslararası ya da bu nitelikte olmayan silahlı çatışmalardaki mağduriyetin sorumlularının cezalandırılması adalet düşüncesinin gereğidir. Bu, ayrıca, yerelde ve uluslararasında yaygın bir gerçek olan ‘cezasızlık’ olgusunun önlenmesi bakımından da değer taşıyor.

Fakat şu gerçeği de gözden uzak tutamayız: O uluslararası mahkemelerin kurulmasına neden olan ağır insan hakları ihlâllerinin meydana geldiği yerler, son tahlilde, bir devlet yetki ve denetimi dahilindeki yerlerdir. Veya bu yetki ve denetime karşı mücadele eden unsurların (devlet dışı aktörler) eylemleri de bir başka faktördür. Kısaca, Uluslararası Ceza Adaleti Günü’nü anarken, yerelden uluslararasına bir bakış ve zihniyet kaymasının baş göstermesi önemli bir risk oluşturur. Yerelde baş edilemeyen veya umursanmayan bir adaletsizliğin uluslararası yetkili mercilerin önüne getirilerek halledilmeye çalışılması, İkinci Dünya Savaşı sonrasında olgunlaşmaya başlayan insan hakları hukukunun paradigması olmakla birlikte, yereli gözden kaçırmak ya da hafifsemek, o ‘uluslararası adalet’ vurgusunu da törpüler, aşındırır.

Bu nedenle, bir uluslararası ceza adaleti kavramını ve bunun mekanizmalarını tartışırken, hukukun üstünlüğü, insan haklarına saygı ve demokrasi gibi ilkesel hatlardan uzaklaşmadan bir mevki belirlemek kaçınılmazdır. Bu yüzdendir ki, ‘barış’ sadece ‘savaşmamak’ demek değildir ve inşa edilmeye muhtaç bir çabalar ve katkılar manzumesidir. Ve o nedenle, 1990’lı yıllarla birlikte, “barışın inşası” (peace building) kavramı hukuki ve siyasi literatürümüzde yerini alırken, bunun aslında, silahlı ya da silahsız, bir çatışmadan önceki dönemi de kapsayacak genişlikte değerlendirilmesi hayati bulunmuştur.

Ama bu da yeterli değildir. O çatışmanın seyri sırasındaki tutum ve politikalar ve çatışmanın giderilmesinden sonraki yapıcı adımlar da bu bileşkenin farklı yanlarını oluşturur. Fakat bu bağlamda dahi, temel ölçüleri gene, yukarda andığım, hukukun üstünlüğü, insan haklarına saygı ve demokrasi bağlamında aramak gerekir.

Biraz daha somutlaştırmak gerekirse, insanın, hukuk sayesinde güçlendirilmesi ve bunu önleyici gelişmeler karşısında etkili bir güçlendirici pozisyonda kalmaya çaba gösterebileceği tanımlar ve araçlardan yararlanması asıldır. Bu esas, öncelikle, insanın haklarıyla güçlendirilmiş bir konumda bulunduğunun tanınmasını gerektirir (tanıma). İnsan olarak tanınmanın somut yapıtaşlarını oluşturan haklar ve özgürlüklerin korunması (koruma) ise ikinci unsurdur. Bunlara ne ölçüde riayet edilip edilmediğinin değerlendirilmesine ilişkin bir yapısal sorumluluk (riayet) ise son unsuru ifade eder.

Bu denklemin farklı kısımlarında meydana gelen bir zafiyet ya da ihlâl hâli bir ‘koruma’ yetersizliğine işaret edebilir. Ama kişinin, haklarıyla donatılmış bir konumda bulunma unsuruna dair bir zafiyet veya bunu tanımazlık hali, o kişinin insan olarak da tanınmaması konumuna sürüklenmesi anlamına geleceği için, bunun ortaya çıkaracağı sonuç, ‘insan olma onuru’nun tanınmasının reddi ya da yadsınması gibi ağır bir sorumluluk durumudur.

Uluslararası Ceza Adaleti Günü’nün, bu ağırlıkta durumlara varabilen ihlâl hallerine karşı bir hafıza kaybına set çekme ve cezasızlığı önleme şiarı olarak kavranması ve benimsenmesi gerekiyor. Bunun, diplomatik mahfillerde, resmi konuşmalarla anılacak bir özel gün olmanın çok ötesinde, bugünümüzle ilgili ve yereldeki ilişkilerimizin nasıl kurulup nasıl sürdürüldüğü ve nasıl bozulduğuyla ilgili bir evrensel ölçü anlamına geldiğinin ayırdında olmak, bu günü anmanın sorumluluğunu yerine getirmek olarak da okunabilir; ama sadece bu günle ve bir günle sınırlı olarak değil.

*Uluslararası Hukuk Öğretim Üyesi