Sibirya'nın göçebe savaşçıları: Sakalar

Sakalar, Orta Asya toplumları arasında en geniş topraklarda hüküm sürmüş, hayvancılık, metal zanaatkârlığı ve benzeri alanlarda gelişkin toplumlardan biriydi. Kültürleri, göçebe bir toplum için oldukça gelişkindi ve birçok diğer toplumla ticaret ve kültürel alanlarda etkileşim halindeydiler.

Google Haberlere Abone ol

Emma Watts-Plumpkin *

Yunanlılar onlardan “İskitler”, Asurlular ve Persler ise “Sakalar” diye bahseder. Onları temel olarak şaşalı cenaze törenleri ve mezarları aracılığıyla tanıyoruz. British Museum’da açılan büyük serginin öncüsü olan John Simpson da bu gizemli insanların büyüleyici tarihlerini araştırıyor.

MÖ 9. ve 2. yüz yıllar arasında, birçok kabilenin birleşimiyle oluşan bu göçebe halk, Kuzey Çin ve Moğolistan sınırlarından, Sibirya’nın güneyi ile Kazakistan’ın kuzeyine dek, Karadeniz’in kuzeyine ulaşan geniş bir coğrafyaya yayılmıştı. Bu kabileler birliğine Yunanlılar İskitler adını vermişti. Pers dilleri konuşuyorlardı ve Perslerden şapkalarının biçimleri ve yaşam biçimleriyle ayrılmaktaydılar. Fakat kökenleri hakkındaki tartışmalar hâlâ sürüyor ve kazılarda bulunan eşyaları işleme becerileri, farklı ustalıklara sahip olan farklı kabilelerin karakterlerinin veya tarihsel ayrımlarının ne denli çeşitli olduğu hakkında bizlere bir fikir veriyor.

RUS ARKEOLOJİSİ SAKALAR SAYESİNDE DOĞDU

18. yüz yılın başında, güney Sibirya’da gezen kâşifler, manzaranın bir parçası olan bazı eski mezar bölgelerinde altından yapılma eşyalar buldu. Haber Büyük Peter’e (1672-1725) (Çar Petro) ulaştığında, bulunan eşyaların kendisine gönderilmesine karar verildi ve on yıllık zaman içinde büyük bir koleksiyon oluşturuldu. Bu altından yapılma nesnelerin yaşı bilinmemekle beraber, bölgede yaşayan eski toplulukların karmaşık kültürel geleneklere sahip son derece usta zanaatkârlar olduğunu ortaya koyuyordu. İlkin Peter tarafından kurulan (Rusya'nın ilk müzesi olan) Kunstkamera Müzesi’nde ve daha sonra Hermitage Müzesi’nde sergilenen buluntular, bölgedeki ilk bilimsel keşif gezilerinin de önünü açtı ve böylece Rus arkeolojisi doğmuş oldu.

Bu keşiften yüz yıl sonra, Karadeniz’in kuzeyindeki büyük mezar höyüklerinde Saka altının daha belirgin biçimde keşfedilmesi, bölgenin Sakaların vatanı olduğu iddialarını gündeme getirdi. Daha sonraları, 20. yüz yılın sonlarına doğru yapılan daha detaylı incelemeler, güney Sibirya’nın Tuva bölgesinde kurulan daha eski yerleşimleri de ortaya çıkardı. Burada da donmuş mezar odaları içinde sıkışmış ve son derece iyi korunmuş durumda organik kalıntılar mevcuttu; bu seferki kazı alanı, Altay Dağları’ndaki mezar höyüklerinin aşağısında, Kazakistan, Moğolistan, Çin ve modern Rus sınırlarının birleştiği bölgeye yakındı. Arkeolojik keşifler, göçebe oldukları bilinen İskitlerin topraklarında devam etse de tek belirgin izleri donmuş mezar odaları üzerindeki kaya sanatı ve binlerce mezar höyüğünden oluşmaktadır.

Antik kabilelerin at sürme konusunda daha etkin yollar geliştirmeye başladığı doğudaki bu bölgede, daha büyük sürüler, toplulukların yeni mera alanlarına göç etme kabiliyetini de arttırmaya başladı. MÖ 900 yıllarında, birbirine benzeyen at koşum takımları, silahlar ve “Hayvan Tarzı” olarak bilinen farklı türde bir oyun paylaşan yeni bir toplumsal kültür ortaya çıktı. Bu tasarımlar, figüratif tarzdaki doğal ve fantastik canavar resimleri savaş esnasındaki çarpışmaları tasvir ediyordu.

En son yapılan arkeolojik kazılarsa, bu kültürün ilk ortaya çıktığı bölgenin güney Sibirya’da olduğuna ilişkin güçlü işaretler sunuyor. İlerleyen yıllarda Moğolistan’dan ve Çin’in kuzeyinden Kazakistan sınırı boyunca uzanan ve MÖ 7. yüz yılda kuzey Karadeniz’e kadar ulaşan geniş bir bölgenin neredeyse tüm geniş çayırlarına yayıldılar. MÖ 5. yüz yılda Yunanlı tarihçi Herodot, orada tanıştığı Saka kabilelerinin “doğudan” geldiğini kaydetmişti ve yerel halk olan Kmerleri Kafkasya’dan sürdüklerini ve Ortadoğu’nun da bir bölümünü ele geçirdiklerini aktarıyordu. Geç dönem Asur ve Akameniş (MÖ 648-330 yılları arasında hüküm süren Pers krallığı) kaynakları, eldeki bilgilere bazı ek referanslar ve tasvirler ekliyor; ancak elimizdeki en zengin bilgi kaynağı, Saka mezarlarının sunduğu arkeolojik kanıtlardan oluşuyor.

MEZAR ZENGİNLİĞİ

Geleneksel Saka kıyafeti, rahat bir şekilde ata binmek amacıyla, maruz kaldıkları çeşitli hava koşullarına dayanacak biçimde, zorlu bir ortamda hayatta kalmalarını sağlamak amacıyla geliştirilmişti. Bu sebeple, at binmeye elverişli pantolonlar tasarlandı ve bir veya daha fazla kemerle sabitlenmiş kısa tunikler giyilerek, savaş için gereken aletler ve silahlar bu kıyafet üzerine yerleştirildi. Öte yandan, bölgeler arasında yerel farklılıklar vardı ve devam eden arkeolojik araştırmalar neticesinde bu türden bulgulara da ulaşıldı.

Rusya, Kazakistan, Çin ve Moğolistan’ın buluştuğu modern sınırlara yakın bir bölgede bulunan yüksek Altay Dağları’nın platolarında donmuş haldeki toprak, ölülerle birlikte gömülen organik kalıntıların oldukça iyi koşullarda korunmasını sağlamıştı. Örneğin, 1940’lı yıllarda, Pazırık adlı küçük bir vadide Rus arkeologlarının sürdürdüğü kazılarda, geçmişte yağmalanmış olsa bile hâlâ inanılmaz derecede iyi korunmuş olan organik kalıntılar içeren beş adet büyük mezar höyüğü gün ışığına çıkarıldı; höyüklerin altındaki zemin hiç çözülmemiş, tamamen donmuş durumdaydı.

Sakalar, yerel yöntemler kullanarak ölülerini mumyalıyor ve onları korumak için büyük bir çaba gösteriyorlardı. Altaylardaki ‘donmuş mezarlar’ bu cesetleri çok iyi korudu; bulunan mezarlar, Sakaların cesetleri kuru otlarla doldurmadan, önce beyni ve mümkün olduğunca diğer yumuşak dokuyu vücuttan alarak ve ardından deriyi dikerek mumyaladıklarını gösteriyor.

Bugüne dek incelenen tüm dondurulmuş bedenlerin hayatları boyunca birçok dövmeyle süslendiği görüldü. İnsan kalıntıları üzerinde yapılan fiziksel antropoloji incelemeleri, bu toplumların zorlu bir yaşam geçirdiğini gösteriyor ve muhtemelen attan düşme sebebiyle oluşan ağır fiziksel hasarlarla örtüşen yara izlerinin yanı sıra, insanlar arası şiddetin izlerine de sıkça rastlanıyor.

Hızlıca toplanma ve mevsimlere uygun biçimde hareket etme ihtiyacı nedeniyle, bir göçebenin kişisel eşyalarının taşınabilir ve oldukça sağlam olması gerekmekte. Sakalar da aynen böyleydi; ölüleriyle birlikte gömdükleri nesneler genellikle küçük ve hafif eşyalardı. Bunlara küçük içki şişeleri ve keçe halkalarla süslenmiş ahşap kaseler de dahildir.

Onların hayatında bildiğimiz anlamda bir mobilya yoktu ve geride kalan masa benzeri eşyalar çok nadirdi; bunlar da kolayca istiflenebilmeleri için parçalanabilir biçimde imal edilmişti. Öte yandan, kalın zemin kaplamaları oldukça dayanıklıydı ve bu durum, Pazırık’taki mezarlarda bulunan koyun derilerinin, keçeli kilimlerin ve güzel bir “ithal” (başka bir bölgeye ait) halının varlığının çok da sıradışı olmadığını düşündürüyor.

Birçok diğer araç-gereç keçe, kumaş, deri ve boynuz gibi organik materyallerden üretilmiş. Bu kaynaklar, hayvan yetiştirme ekonomisinin yan ürünlerine örnektir ve “donmuş mezarlar”da altın simle işlenmiş giysiler, süslü ayakkabılar ve hatta süslenmiş keçe çoraplara rastlanmıştır. Saka zanaatkârları metal işleme konusunda oldukça başarılıydı ve altın, bronz ve demir üzerinde çalışmak konusunda farklı teknikler kullandılar: Bunları üretmek için büyük araçlara ihtiyaç duyulmuyordu ve Sibirya madenler açısından zengin olsa da bunları işlemek beceri gerektiriyordu; kazılarda bulunan eşyalar, Sakaların bu becerilerde, çevredeki yerleşik komşuları kadar başarılı olduklarının göstergesidir.

ZİYAFETLER ÇOK ÖNEMLİYDİ

Herodot, ziyafetlerin Saka cenaze törenlerinin önemli bir parçası olduğunu ve bunun, toplumsal kaynaşmanın da önemli bir aracı olduğunu aktarıyor. Yunanlı yazarlar, Persler gibi Sakaların da içki içmeyi çok sevdiklerini anlatırlar. Karadeniz bölgesinde yaşayan Sakalar ithal Yunan şarabından hoşlansa da fermente “kısrak sütü” (kımız) içerlerdi. Göçebe bir toplum olmalarından ötürü, özellikle ilkbahar ve yaz aylarında süt, tereyağı ve peynir üretimine yoğunlaşırlardı ve bu peynirlerin kalıntıları, arkeologlar tarafından Pazırık’taki bir türbede bulundu.

Çoban olmalarından dolayı, et her zaman mutfaklarının en temel besiniydi. Herodot, Sakaların etleri kazanlarda veya tulumlarda kaynattığını ve kemikleri yakacak olarak kullandıklarını anlatır. Bu size tuhaf gelebilir; ancak yağlı kemiklerin ve diğer bedensel atıkların kullanıldığı erken dönem tarihöncesine ait bir gelenek vardır. Deneysel arkeoloji, kemik ve odunla yakılan ateşlerin, yanma süresini önemli ölçüde arttırdığını ve zaten odun kaynaklarının da sınırlı olduğunu gösteriyor. Kemik yakmak aynı zamanda az dumanlı ısı ve ışık üretir; deri kurutmak ve tabaklamak için kullanışlı olduğu gibi, çadırlarda veya diğer kapalı alanlarda da tehlikesiz bir ısınmaya izin verir. Diğer incelemeler, işkembeden yapılan tulumlarda da yemek pişirmenin mümkün olduğunu ispatlıyor; yine de temel bulgular, metal kazanın daha yaygın kullanıldığını düşündürüyor.

İnsan kalıntılarında yapılan incelemeler, kimi insanların sığır tüberkülozunun yol açtığı diş ağrısı ve gastrointestinal (sindirim sistemi) enfeksiyonlardan şikayetçi olduklarını ortaya koyuyor; bu durum, hastalıklı hayvanlarla birlikte yaşamanın doğal bir sonucu olabilir. Semptomlar yüksek ateşten ishale dek uzanır ve muhtemelen aşırı miktarda kımız içmek bu kişileri rahatlatıyordu; kımız, antibiyotiklerin keşfinden önce Rusya’da tüberküloza karşı kullanılan en etkili tedavi yöntemiydi.

Kimi şanssız insanlarsa daha ciddi rahatsızlıklar yaşıyordu. Bulgular, güney Sibirya’nın Tuva bölgesindeki Arzhan bölgesinde defnedilmiş olan 40-50 yaşlarındaki bir kralın prostat kanseri olduğunu ve son vakitlerini yatalak biçimde geçirdiğini gösteriyor. Bu bulgu, bu türden bir hastalığın tek örneği değil elbette: Altay bölgesindeki Ak-Alakha bölgesinde bulunan 20 yaşında bir Saka kadının bedeni üzerinde yapılan bir MR (manyetik rezonans görüntüleme) taraması, kötü biçimde attan düştükten sonra yaralandığını ve bedeninde saptanan meme kanserinin gelişim aşamasında olduğunu ortaya çıkardı. Sakaların kenevir dumanının uyuşturucu etkisini bildiğini düşündürecek biçimde, kömürleşmiş kenevir içeren bir mermer kase de kadınla birlikte gömülü halde bulunmuştu.

Makalenin aslı World Archeology dergisinde paylaşılmıştır. (Çeviren: Tarkan Tufan)